Buradasınız
Ana Sayfa > Ekoloji > Tarımı 17 yılda yok ettiler

Tarımı 17 yılda yok ettiler

Dünya nüfusu hızla artıyor. Gıdaya erişimdeki dengesizlik, insanlığın geleceğini tehdit ediyor. 7,5 milyar olan nüfusun 2040’ta 10 milyarı aşması bekleniyor. Her yıl 12 milyon hektar tarım arazisi yok oluyor. 34 ülke gıda, 80 ülke su sıkıntısı çekiyor. Bütün bu sorunların Türkiye ayağında ise durum daha da kötü. AKP’nin 17 yıllık politikaları tarımı bitirme noktasına getirdi. Tarımsal alanlar yok edildi, verimli havzalar yapılaşmaya açıldı, üretim yetmiyor. Tarımsal üretimde bir zamanlar kendi kendine yeten ülke durumundaki Türkiye’nin ‘yerli ve milli’ masallarının anlatıldığı günümüzde dışa bağımlılığı hızla artıyor.

Sulama Birlikleri Kanunu, Şeker Kanunu, Tütün Kanunu ve Tohumculuk Kanunlarıyla üretici mağdur edildi, üretim yapamaz hale getirildi. Mera Kanunu, Zeytin Kanunu, Büyükşehir Kanunu, Maden Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kanunları ile tarım alanlarının yokedilmesi ve meraların özel şirketlere devri kolaylaştırıldı. Stratejik önemdeki birçok tarım ürününde ise ithalata bağımlı hale gelindi. Tarımda ithalat ülkeyi batağa doru sürüklerken Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), tarım ürünlerinde ithalat ve ihracat verileri tarımsal üretimde Türkiye’nin saplandığı batağı gözler önüne seriyor. Neredeyse her üründe ithalat artıyor, buna karşılık ihracat ise azalıyor. Birkaç ürün dışında tüm tarım ürünlerinde yurtiçi tüketimi dahi karşılamak için dışa bağımlı hale geleceğiz. Tahıl ürünlerinde toplam 9,8 milyon ton ithalata karşılık 8,2 milyon ton ihracat yapıyor. Bu haliyle Türkiye hiç tahıl ürünü ihraç etmese dahi yaklaşık 1,5 milyon ton tahıl ürünü ithal etmek zorunda kalıyor. Üstelik tahıl ürünleri ithalatı son 2 yılda yüzde 68 oranında artmış durumda. GDO’lu ürünlerin yaygın olarak görüldüğü tahılda ithalat halk sağlığını da tehdit ediyor. Özellikle mısırda ithalatın sert şekilde arttığı resmi verilere de yansıdı.

Türkiye’de tarım arazilerinin kapladığı alan 1992 yılında toplam 27,6 milyon hektar iken, 2018 yılı itibariyle 23,4 milyon hektara geriledi. Ülkemiz 25 yılda kaybettiği yaklaşık 4 milyon hektar tarım arazisi ile kıymetli tarım arazilerinin yüzde 15’ini kaybetmiş oldu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında 44 milyon hektarla ülke yüzölçümünün yüzde 56’sını oluşturan mera ve çayır alanları, 2014 yılı verilerine göre 14,6 milyon hektara inerek yüzde 19’a geriledi. Milli gelirin yüzde 1’inin tarım desteklerine ayrılması yasal zorunluluk olmasına rağmen 2006-2014 yıllarında tarımsal destekler yüzde 0,48-0,63 aralığında kaldı, yeterince desteklenmeyen üreticilerin yükselen girdi fiyatları nedeniyle de üretimden el çektirildi. 1990’da 20 milyon dekarlık bakliyat ekim alanı 2018’de 7 milyona geriledi, üretim ise yüzde 41 oranında düştü. Tarım AKP ile geçen 17 yılın sonunda resmen iflas etti. Bedelini ise 82 milyon yurttaş pazardaki yangınla ödüyor.

ÇİFTÇİ ve TARIM SENDİKACILARI NE DİYOR?

“EGE ARTIK TARIM DEĞİL, ENERJİ VE MADEN HAVZASI!”
Adnan Çobanoğlu / Üzüm-Sen Genel Başkanı

Tarımsal üretimimiz özellikle son yıllarda ciddi bir kriz yaşıyor. Geçmişte birçok üründe ihracatçı konumda iken, üretimimiz yetersiz kaldığından ithal eden bir ülke haline geldik. Tüketici yüksek gıda fiyatları ile karşı karşıya kaldı, geliri ailesinin gıda ihtiyacını karşılayamaz hale geldi. Üreticilerin geliri, girdi fiyatlarında artış vb. nedenlerle sürekli düşmekte; bu nedenle gençler aile mesleğini devam ettirmek yerine tarımsal üretimden kopup sabit ücretli işlerde çalışma arayışında. Bu durumun sonucu gıda üretiminde azalış, fiyatlarında da artış olmaktadır.

AKP iktidarı; tarımsal üretimi arttırarak gıda fiyatlarındaki artışa çözüm bulmaya çalışmamakta, aksine uyguladığı enerji, maden ve sanayi politikalarıyla; bu alanda yatırım yapan şirketlere teşvikler vererek, daha önceki uygulamalarda ÇED raporu düzenlemesini zorunlu kıldığı yatırımlardan bile ÇED raporu gerekliliğinden vazgeçerek, verimli tarım arazilerinin gasp edilmesinin önünü açmakta, halkın gıda ihtiyacına çözüm olarak tarımsal üretimi tamamen şirketlerin kontrolüne verecek uygulama ve kararlara imza atmakta, sorunun daha da çözümsüz hale gelmesine yol açmaktadır.

Ülkemizin önemli ihraç ürünleri olan çekirdeksiz kuru üzüm ve incirin tamamını üreten Ege Bölgesi bile şirketlerin istekleri doğrultusunda “enerji havzası” haline getirilmeye çalışılıyor. “Yenilenebilir, Temiz Enerji” üreteceğiz iddiasıyla suyu, havayı, toprağı kirleten jeotermal kuyularına verilen izinlerle tarım arazileri delik, deşik ediliyor. Ovaların ortasına kurulan Jeotermal Elektrik Santrallerinin (JES) bacalarından su buharı ile birlikte canlı yaşamını olumsuz etkileyen karbondioksit, kükürt dioksit, hidrojen sülfür, cıva, azot, amonyak, hidrojen, bor, metan, etan, radon, partiküller madde vs bulunan gazlar salınıyor. Havadaki bu kirlilik ekolojik dengesizliği ve küresel iklim değişikliğini tetikliyor. Bu gazların yağmurlarla birlikte asit yağmuru olarak yağması bağlarda, incir bahçelerinde, bitkisel üretimin yapıldığı her yerde hastalık ve zararlıları artırıyor. Bununla da kalmıyor; ürünleri kurutmayı zorlaştırıyor, geç kurumasına neden oluyor. Bu durum ürünlerde mantar oluşmasına, bu mantarlar da insan sağlığı açısından en tehlikeli toksinlerden birisi olan Okratoksin-A maddesinin ortaya çıkmasını tetikliyor. Bu nedenle Aydın’da incir, Denizli ve Manisa’da üzüm üretimi ve canlıların yaşamı için tehlike çanları çalıyor.

“GIDAMIZA SAHİP ÇIKALIM”
Ali Bülent Erdem / Tütün-Sen Genel Başkanı

Kapitalizmin doğasında var olan sermayenin birleşmesi ve merkezileşmesi, tarım ve gıda alanında da kaçınılmaz olarak etkisini göstermektedir. Uygulanan neoliberal politikalarla devlet müdahaleleri en aza indirilmiş, dünya ölçeğinde çokuluslu şirketlerin önündeki engeller kaldırılmıştır. Şirketlerin yıllar süren birleşmeleri ve el değiştirmeleri sonucu, tarım/gıda sisteminin kontrolü bir avuç küresel şirketin eline geçmiştir, geçmektedir.

Sözleşmeli tarımla çiftçiler, üretim sürecindeki kararlarını, tohum ve girdi kullanım tercihlerini sözleşme yaptıkları firmalara bırakıp bağımsızlıklarını yitirmekte, çiftçilikle ilgili bilgileri değersizleşmektedir. Ortak varlıklarımız sermayenin hizmetine sunularak metalaştırılmakta, tüm canlıların yaşam alanları yok edilmektedir. Enerji ve maden şirketleri adına topraklarına el konulan çiftçiler üretim yapma haklarını kaybetmekte; insanlar köklerinden, kültürlerinden koparılmaktadır. Neoliberal tarım politikalarıyla, özellikle son yirmi yılda tarımsal yapı tahrip edildi, devlet tarımdan çekildi. Şimdilerde Türkiye tarımını şirketlere tam anlamıyla teslim edecek Tarımda Milli Birlik Projesi tartışılıyor.

Yaşanan ekonomik krizle birlikte gıda fiyatlarının artması, ihraç edilen gıda ürünlerinin geri dönmesinin sıklaşması, gıda ürünlerinin sağlığımız üzerindeki olumsuz etkisinin daha çok konuşulur olması üzerine tarım daha çok tartışılır hale geldi. Siyasi yapılar, kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, hatta bireyler tarımın kurtuluşu için projeler sunup tartışıyorlar. Bu tartışmalarda farkında olarak veya olmayarak üç kavram birbirine karıştırılıyor: Gıda Güvenliği, Gıda Güvencesi ve Gıda Egemenliği.

Endüstriyel bitki ve hayvan yetiştiriciliğinde kullanılan yöntemler, bütün bir üretim sürecinin izlenebilirliğinin kır ile kent arasındaki bağlantının kopmasıyla ortadan kalkması, standartlaştırılmış ürün çeşitleri gibi gıdanın üzerinde oluşan kuşkuları ortadan kaldırmak için devreye giren bir kavramdır Gıda Güvenliği. Gıda Güvenliği, gıdaların hasadından başlayarak sofralarımıza gelinceye kadar taşınması, işlenmesi, hazırlanması, depolanması gibi aşamalarında oluşabilecek, sağlık riski taşıyan fiziksel, biyolojik ve kimyasal nitelikteki etkenlerin olumsuzluğunun engellenmesine yönelik kullanılan bir kavramdır.

Gıdanın kontrolü aşamasının da şirketlerin denetiminde olduğu günümüzde, kendi belirledikleri, kabul edilebilir kalıntı ve katkı maddeleri ve hijyenik koşullar Gıda Güvenliği için yeterlidir. Üretim sürecinde kullanılan yöntemler, bu sürecin yarattığı doğa tahribatı, genetik çeşitliliğin azalması, gıdaların besin değerlerinin düşmesi Gıda Güvenliğinin ilgi alanına girmez. Gıda Güvencesi, herkesin sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi için besleyici gıdalara, düzenli olarak, yeterli ve güvenilir bir şekilde erişebilmeleri demektir. Şirketlerin gıda sistemi içerisinde gıda güvenliği teknik bir mesele olarak düşünülmüş, gıda güvencesi bir hak olarak kabul edilse de bu hakkın nasıl güvence altına alınacağı tanımlanmamıştır.

Gıda Egemenliği ise; Gıda güvenliği ve Gıda güvencesini gerçek temellerine nasıl oturtulacağını tanımlayan ve BM tarafından kabul edilmiş “Gıda Hakkı”nı güvence altına alan ve bunun toplumsal mekanizmalarının yaratılmasını öneren politik bir kavramdır . Gıda Egemenliği dünyada milyonlarca çiftçiyi temsil eden La Via Campesina tarafından şöyle tanımlanıyor; “İnsanların ekolojik olarak sağlıklı ve sürdürebilir yöntemlerle üretilen sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdalara erişim hakkı ve halkın kendi gıda ve tarım sistemlerini belirleme hakkı. Gıda Egemenliği, tarım sistemlerinin merkezine, pazarın ve uluslararası şirketlerin taleplerini değil, sağlıklı ve yerel gıdaları üreten işleyen ve tüketen kişileri yerleştirir.”

Halkın gıda sisteminin güvencesi olan küçük çiftçiler, köylüler, atalarından kalan tohumlarla ve bilgilerle kendi kültürlerine uygun, doğayla uyumlu agroekolojik üretimlerini sürdürebilmeli ve bilgi ve deneyimlerini gelecek nesillere aktarabilmelidir. Çünkü toprağın ve suyun temizliği, ekolojik yapının bozulmaması sağlıklı gıda üretmenin önkoşuludur. Gıdanın yerel olarak sunulması ve kısa tedarik zincirleri sağlıklı gıdaya ulaşmak için önemlidir.

2018 Aralık ayında BM Genel Kurulu’nda zehirsiz ve sağlıklı gıdaları üretme ve ulaşma hakkının güvenceye alındığı, biyoçeşitliliğin ve ortak varlıkların korunmasının ve ekolojik köylü tarımının kabul edildiği Köylü Hakları’nın uygulanmasını iktidardan talep ederek yürütülecek mücadele gıda egemenliği hareketinin oluşturulmasının ilk adımı olabilir.

Gıda Egemenliği; köylüleri, küçük çiftçileri, topraksızları, kırsalda ve gıda üretiminde çalışan işçileri, balıkçıları, hayvan yetiştiricilerini, çevre ve kent hareketlerini, gıda ile uğraşanları ve gıdaya ihtiyaç duyanları gıda sisteminin merkezine koyan, onların gıda ile ilgili politikalarının oluşturulması ve oluşturulan politikaların uygulanmasının katılımcıları olmalarıyla mümkündür.

Kaynak: BirGün

Ekoloji Birliği
Ekoloji Birliği; yaşama yönelik artan tehditlere karşı, yurt genelinde faaliyet gösteren bir çok ekoloji örgütünün bir araya gelmesi ile 2018 yılında oluşmuştur.
https://ekolojibirligi.org

Bir cevap yazın

Top