Buradasınız
Ana Sayfa > Ekoloji > Öğretim Görevlisi Derya İnce: Doğayı tahrip eden de ekoloji savunan da aynı şirketler

Öğretim Görevlisi Derya İnce: Doğayı tahrip eden de ekoloji savunan da aynı şirketler

Yeşil Yol Projesini değerlendiren Haliç Üniversitesi Öğretim Görevlisi Derya İnce, “Bütün deprem koşullarına ve doğanın gerçekliğine rağmen, doğa inatla fethedilmeye ve kuşatılmaya çalışılıyor” dedi.

Yerel seçimler yaklaşırken, yerel yönetimlerin ve sermaye kuruluşlarının çevreye ve kentte yol açtığı yıkım önemli bir konu haline geliyor. Bu bağlamda, Yeşil Yol Projesi üzerine hazırladığı çalışmasında yerel yönetimler, doğa ve kapitalizm ilişkisini anlatan  Haliç Üniversitesi Öğretim Görevlisi Derya İnce, Meltem Demiralp ve Canberk Çelik ile Evrensel‘de bir söyleşi gerçekleştirdi.

Doğayı tahrip eden ile ekolojik söylemleri üretenlerin aynı şirketler olduğuna dikkat çeken İnce, “Yarattığı tahribatın da bir şekilde ödemesini yapıyor, o tahribata hakkı varmış gibi gösteriyorlar. Ancak bu enerji kim için kullanılıyor? Açık ki; üretimde daha çok kullanılıyor” dedi.

Yerel seçimler yaklaşırken, nasıl bir kent istediğimiz meselesi daha da önemli bir gündem oluyor. Kapitalizmin gelişiminde çevre, ekoloji ve sermaye ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün kapitalizm dediğimiz ve içinde yaşadığımız sistemin kökenlerine baktığımızda Sanayi Devrimini görüyoruz. Buharlı makinenin kullanımı, kömür kullanımın artması vs. gibi unsurlarla sermaye birikimi dediğimiz şey başladı. Bu sistemin yeniden üretimi de mümkün kıldı. Bu sistemin başat unsurları haline geldi. Sanayi Devrimi öncesindeki üretimin ve sanayi devrimine getiren koşulları dışlamamak ve bir yerde hatırlamamız gerekiyor. Tabii ki bu sürecin en başından beri doğa bir analiz konusu edilmiyor. İçinde bulunduğumuz çevre, doğal koşulları ve ekosistemi sağlayan yapı bize armağan sunuyormuş gibi görünüyor. Ancak, kapitalist sistem gelişirken yayıldığı ve ortaya çıktığı mekanın içerisinde yoğunlaşıyor.

Doğayı herhangi bir deneyimle tüketilen bir ürün haline getiriyor. Mesela turizm faaliyeti, doğayı estetik ve keyif alabileceğimiz bir yere indirgeyen bir anlayışın ürünü. Sermaye bu şekilde sembolik bir yeniden üretim yapmış oluyor.

Neoliberal politikalar artan boyutlarda etkisini sürdürürken, “Nasıl bir kent” sorusunda ilk aklımıza gelen kent hakkı kavramı. Burada kente neden ihtiyacımız olduğunu hatırlamak gerekli olabilir. Ufkumuzu bu içinde yaşadığımız sistemin dışında bir yere yöneltmek ilk adım, çünkü biz sermaye birikim sistemi ve kapitalizmin içinde düşünüyoruz. Yerel seçimde kent hakkı kavramının siyasilerin diline düşüyor olması bize asıl anlamını hatırlamamız gerektiğini gösteriyor. Kent hakkı derken biz kentin bütün unsurların bir arada karar verebilmesi için mücadele etmeyi kastediyoruz.

“SÜREÇ DOĞA İÇİN YIKIM VE TAHRİBAT YARATTI”

Geçtiğimiz sene yaşanan deprem felaketinin ve olası İstanbul depreminin etkileri ile bu meseleyi nasıl ele alabiliriz?

pray
Fotoğraf: Derya İnce’nin kişisel arşivinden

Kapitalizm, en başından doğayı, doğal koşulları kendisine mesele etmedi. Onu fethedilmesi, kuşatılması gereken bir unsur olarak gördü. İnsanın insanla olan ilişkisi ve insanın doğayla ilişkisi sürerken oradan doğayı koparmak bir ikilik ve idealizm yarattı. Doğa, bir analiz konusu olmadı ve anlaşılmaya çalışılmadı.

Öyle olunca da sistem sürekli genişledi. Bu, kentlerin oluşum sürecine doğrudan etki etti. Dikey mimariler, müteahhitlerin insafına bırakılan yapılar, denetimsizlik, kontrolsüzlük gibi uygulamalar görebiliyoruz. Devlet ve bütün bu sermaye birikiminin arasındaki ilişkinin de mümkün kılmasıyla birlikte kentler bugünkü hale geldi. Uyum sağlamamız gereken doğa için; bu süreç, kocaman bir yıkım ve tahribat yarattı.

Bütün o deprem koşullarına ve doğanın gerçekliğine rağmen, doğa inatla fethedilmeye ve kuşatılmaya çalışılıyor. Kâr güdüsü, sermaye birikimini süreklileştirmek, yeniden değerlenme alanı olarak kentsel dönüşümlere ilişkin talepleri arttırmak ve oraya yönelmekle birlikte hareket ediyor.

Sermaye kesimi için toprak yeniden değerlenme alanı. Bir holdingim olduğunu farzedelim. Çeşitli sektörlerde faaliyet gösteriyorum ve inşaat sektöründe bir açık olduğunu düşünüp sonra sermayemi oraya kaydırıyorum. Yeniden birikime yöneliyorum. Kapitalizm bunu barınma ve konut hakkı, kentsel bir yaşamın kurgulanması olarak görmüyor. Fikirtepe’yi mesela görmüşsünüzdür. Binalar devamlı beton yığınları, çok katlı, çok daireli, gördüğünüzde şaşkın kalacağınız yapılara dönüşüyor. Bir şekilde biz hep sonrasında zarar gören, edilgen bir yerde duruyoruz. Umut kırıcı olacak ama gerçek bir yandan.

İlgili tartışmalarda yeşil dönüşüm, yeşil enerji, yeşil madencilik gibi birçok konu ön plana çıkıyor. Bu kavramlar nasıl değerlendirilmeli?

Her şeyin başına yeşil getiriliyor. Yeşil dönüşüm, yeşil mutabakat, yeşil iş, yeşil kentler… Bütün bu söylemlerin hepsine yeşil boyama, yeşil badana deniyor. Gerçek bir dönüşüm yapmadan, doğayı kendine mesele etmeden, ekolojik tahribatı sorunsallaştırmadan, ıslah etmeye yönelik ya da kendilerini meşrulaştırmaya yönelik çalışmalar sürdürüyorlar esasında.

Enerji fabrikaları, enerji şirketleri, sanayi şirketleri vs. doğayı talan ettikleri gibi aynı zamanda bu yeşil dönüşüm, çevreci ve ekolojik söylemleri de sürdüren aynı şirketler. O yıkıcı faaliyetlerini kamusal alanla paylaşıp toplumsallaştırmak yerine, enerji tüketimini ve karbon salınımını şu düzeye çektim, şu bölgede katı atık yönetimi yapıyorum demeyi tercih ediyor. Çeşitli biçimlerde kamusal alana kendilerini sunuyorlar. Öte yandan, yarattığı tahribatın da bir şekilde ödemesini yapıyor. Ve o tahribata hakkı varmış gibi gösteriyor.

Bu meselenin yerel yönetimler ve kuruluşları ayağı da çok kritik. Yeşil Yol Projesiyle ilgili yaptığınız çalışmada siz nasıl bir tablo gördünüz?

Sermayenin işleyiş gösterebileceği alanı sermaye lehine dönüştürmesi açısından önemli ilişkiler var. Belediye ve kaymakamlık kritik bir role sahip. Sanayi ve Ticaret Odaları da dahil edilebilir. Tüm bu süreçlerde neoliberalizmin de şöyle bir iddiası var: yönetişim. Bu kavram, esasında şöyle bir şey ifade ediyordu. Yani bütün tarafların karar alma süreçlerinde sözünü söylemesi ve karara etki etmesi. Onların da sürekli bir yönetişim kurma ve sağlamaya ilişkin bir iddiaları var. Ama mesela uygulama alanlarına bakıyoruz. Orada yaşayan insanları karar alma süreçlerinde katılımcı bir taraf olarak görmüyorsunuz. İddia ettiğiniz çoklu tarafları karar alma süreçlerine dahil etmemiş oluyorsunuz. Sadece sermayeye ve bürokrasiye ilişkin unsurların getirdiği bilgileri alıyorsunuz ve kararları öyle veriyorsunuz. Bu zaten başlı başına çok sorunlu bir şey.

KALKINMA DEĞİL, MÜLKSÜZLEŞTİRME

Kalkınma, yerel yönetimler ve sermaye gruplarının sıklıkla vurguladığı bir kavram haline geldi. Bu meseleye nasıl yaklaşmalı?

Yeşil Yol Proje yetkilileri, “Tarlaları 2600 rakımda birleştireceğiz koridor oluşturacağız. Hiç aşağı kıyıya inmeden bütün yerleri ve tarlaları bir günde belki ya da işte kesintisiz bir şekilde gezebileceksiniz” diyor. Bunun sonucunda burada bir büyüme, sermaye birikimi gerçekleşeceği ve kalkınmanın bu şekilde olacağına ilişkin hikaye anlatılıyor. Esasında, bu yolun bir hizmet imkanı olduğuna ilişkin tartışmalar da var. Bu yolla birlikte buranın imkanları artacak. Yerel halka, siz buraya daha çok geleceksiniz, buraya daha çok sermaye getireceksiniz deniyor. Zaten o dağın başına, o yaylaya, o asfaltın yapılması, oraya o yolun gelmesi filan başlı başına bir mesele. Doğayı yok ediyor ama bunu yaparken de “biz kalkındıracağız burayı” diyor. Halbuki siz oraya kapitalist ilişki setlerini getirmiş oluyorsunuz. Pek çok insandan istihdam sağlanacağı ve hatta öyle bir istihdam alımı olacağı iç göç sonucu boşalan Doğu Karadeniz’e geri dönüşler olacak gibi iddialar var. Orada görüştüğüm yaylacılardan biri şöyle demişti: “Bizi burada bulaşıkçı yapacaklar, kendi topraklarımızdan mülksüzleşeceğiz, onların turizm merkezlerinde bulaşıkçı veya bekçi olacağız.”

İliç’te yaşanan maden kazasının ardından yeraltı kaynaklarının kullanımı daha da tartışmalı bir hal aldı. Yine de yeraltı kaynakları seçim dönemlerinde önemli bir propaganda konusu ediliyor. Bu kaynakların kullanımını, ekoloji ve kapitalizm ilişkisi içerisinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim bu kadar enerjiye ihtiyacımız var mı? Bu enerji kim için kullanılıyor? Hangi alanlarda kullanılıyor? Daha çok üretimde mi daha çok yoksa tüketimde mi? Açık ki; üretimde daha çok kullanılır. Doğal gazın keşfi, bir altın madeninin çıkarılması, bu son kertede ne o yerelde yaşayan ne de o devletin sınırları içinde yaşayan yurttaşların lehine. Çünkü bir kaynağın bulunmasına ilişkin faaliyet, sermayenin kendisini yeniden kendini üretebilmesi için alan sağlıyor. Sermaye kendisi için bu kaynakları arayıp bulurken, devlet de çeşitli ticarileştirme, özelleştirme, mülksüzleştirme yollarıyla sermayenin işini kolaylaştırıyor. Bu faaliyetler, çoğunlukla yurttaş için gerçekleşmiyor.


Evrensel

Ekoloji Birliği
Ekoloji Birliği; yaşama yönelik artan tehditlere karşı, yurt genelinde faaliyet gösteren bir çok ekoloji örgütünün bir araya gelmesi ile 2018 yılında oluşmuştur.
https://ekolojibirligi.org

Bir cevap yazın

Top