Buradasınız
Ana Sayfa > Özer Akdemir > Dut ağacı | Özer Akdemir

Dut ağacı | Özer Akdemir

Kaportacı Ramazan, TOKİ konutları son durağa son seferini yapan belediye otobüsü durur durmaz kendini dışarı attı. Hızlı hızlı durakların yakınındaki tarlalara doğru yürüdü. Tam tarlanın kıyısında dizlerinin üstüne çöktü. Yüzündeki maskeyi adeta yolar gibi çıkarıp içindeki bulantının geçmesini bekledi bir süre. Midesinden boğazına doğru yürüyen sıvı nedense fikir değiştirip tekrar gerisin geri gittiğinde başı sanki kendi etrafında döndü, döndü. Çömeldiği yerden kafasını kaldırabildiği kadar göğe kaldırıp koyu gecenin içinde parlayan yıldızlara doğru ağzını kocaman açtı. Ciğerlerini alabildiği kadar hava ile doldurdu. Bu hep iyi gelirdi böyle durumlarda ki yine iyi geldi. Bulantısı biraz dindi, baş dönmesi yatıştı azıcık. Bir süre sonra tutulan boynunun isyanına daha fazla dayanamayıp başı göğsüne düşerken tarlanın ucundaki ağacı gördü. Elini toprağa dayayıp zorla da olsa kalktı. Bacakları birbirine dolana dolana ağaca doğru yürüdü.

Evi, iki adım ötesinde, pencerelerinde ışıklar yanan yüksek binalardan birinin yedinci katındaydı. Balkonuna çıktığında, önündeki blokların ucundan görürdü bu dut ağacını. Bazı geceler dibinde ateş yandığı da olurdu. Mahallenin yeni yetme gençlerinin, berduşların mekanı olmuştu ağacın dibi. Yanında yöresinde başkaca bir ağaç da yoktu. Aydın Ovası’nın ortasında yapayalnız, etrafı çirkin beton binalarla çevrilenmiş bir garipti o da, Ramazan gibi!

Ramazan, tarlaların içinden düşe kalka uzaktan karaltısını gördüğü ağacın yanına vardı. Belli ki uzun zamandır sürülmemişti tarla, içi kurumuş çakırdikenlikti. Artık taşlaşmış kesekler mi yoksa tarlanın temizlenmeyen taşları mı ayaklarına dolanmış, birkaç kez boylu boyunca yere serilmişti. Çakırdikenlerin elini, kolunu, bacaklarını daladığını, yüzünde, alnında incecik çizikler bıraktığını anladı bu düşüşlerde ama canı yanmıyordu doğru dürüst. Kafası bir milyondu!

Ağacın yanına vardığında dibine çöküp oturdu. Sırtını gövdesine yasladı, dizlerini karnına çekip dirseklerini dayadı. Sallanıp duran başını iki avucu arasına alıp bulanık gözlerle karşısındaki apartmanların ışıklarına baktı. Işıklar mı titreşiyor kendisi mi titriyordu, bilemedi.

* * *

Cumartesi günü oto sanayide el ayak çekilip, dükkanlar birer ikişer kapandığında komşusu Motorcu Adnan Usta’yla üst kattaki yazıhanenin masasına çilingir sofrasını kurmuşlardı yine. Bir iki derken domates söğüş, Adnan Usta’nın memleketinden, Trakya’dan gelen soka turşusu ve bol soğanlı köz patlıcan salatası eşliğinde yine dibini buldular içine sakız taneleri atılmış ev yapımı 70’liğin. İkisinin de evde bekleyeni yoktu nasılsa. Geçten geç, son otobüse yetiştiler. Adnan Usta yarı yolda inip başka bir otobüse binerken, kendisi kenti boydan boya geçerek son durağa kadar gelmişti. Evi durağa iki dakika yürüme mesafesindeydi.

Babası öldükten sonra varlarını yoklarını denkleştirip aldıkları evde beş yıl oturdular anasıyla. İki yıl önce anası da öldü Ramazan’ın. Hem yetim hem öksüz, hem “çirkin” bir başına kaldı bu evde. Yüzünün cildi ergenlikten sonra çukur çukur kalmıştı. Çirkin bulurdu kendisini o yüzden. “Dünyanın bütün kaportacıları gelse düzelmez ustam bu yüz!” diye arada dalga geçerdi kendisiyle. Bu yaşa kadar kadınların karşısındaki tutukluğunun da sebebiydi yüzündeki çukurlar. Aslında askerden sonra bir ara nişanlandı mahalleden bir kızla ama iki aydan uzun sürmedi bu sevdalık halleri. “Hayırsız” çıktı Nalân! Bir daha da evlenmeyi aklına bile getirmedi. Şimdi, yaşı otuz beşi yeni geçmişti ama o yolun yarısından çok daha fazla yaş aldığını düşünüyordu. Ne hayat acımıştı ona ne geçen zaman, ne de Nalân! Gözaltları torbalanmış, kenarlarındaki kaz ayakları gittikçe dallanmış, esmer yüzündeki çizgiler çukurlara karışıp, teni susuz kalmış topraklar gibi çatlamıştı. Elleri hep nasırlıydı kendini bildi bileli.

Evinin öbür cephesinde, salonun penceresinden boylu boyunca Aydın Ovası görünürdü. İşe gitmek için gün doğmadan kalktığında, penceresini açıp temiz hava içeriye dolarken ovanın yaslandığı dağlara bakardı. Dağlar o vakit hâlâ koyu bir karanlık gibi dikilirdi karşısında. Ocağa çay suyu koyup, elini yüzünü yur, açık pencereyi kapatmak için döndüğünde dağı doruklardan itibaren aydınlanmaya başlamış bulurdu. Gökyüzünde buz mavisi bir ışık peydahlanırdı bu arada. Puslu tepelerin yavaş yavaş mor bir renge büründüğünü görürdü.

Durağa doğru yürürken hâlâ bir kısmı ekilip biçilen tarlaların üstüne çökmüş sise dağdan gelen bulutlar karışır, topraktan tüten buğuyla birleşip ova burcu burcu kokardı. Yazın başka, kışın başka, baharın, güzün başka kokardı ova. Evinin bulunduğu bu çirkin bloklar bile güzelleşirdi böyle zamanlarda. Yakınlardan geçen otobandaki araçların gürültüsü bile ninni gibi gelirdi.

* * *

Çok da serin olmayan o güz gecesi ağacın dibinde sabahladı Ramazan. Sızdı kaldı daha doğrusu, evlerin titrek ışıklarına bakarken. Önce başı önüne düştü, sonra gövdesi ağacın dibine usulca süzüldü. Uzun kabanını başına çekti sabaha karşı, ağacın gövdesine daha bir sokuldu. Kalınca bir karton üzerinde uyuduğunu sabah gün ışırken uyandığında anladı. Belki de o yüzden çok fazla üşümemişti ama elleri, ayakları hâlâ buz gibiydi.

Kendine gelip ortalık ağarmaya başladığında gördü ağacın içler acısı halini. Etrafı içki şişeleriyle, yenilip içilip atılmış köpük ambalajlar, kağıt bardaklar, sigara paketleriyle doluydu. Bütün dalları kesilmişti neredeyse, kesilip belli ki odun yapılmıştı. Ağacın tüm gövdesi yanıklar içindeydi. Dibine yaktıkları ateş ağacın gövdesini de yarısına kadar yakmıştı. Yanık yerin hemen üzerinde ise balta izleri vardı. Ağacı yaktıkları yetmemiş, kesmeye de çalışmışlardı!..

Ramazan insanlığından utandı, ağacı bu halde görünce. Erkenci komşuların kınayan bakışlarına yakalanmamak için evinin yolunu tutmadan önce elleriyle dokundu ağacın gövdesine. Af diledi, sanki onu bu hale kendisi getirmiş gibi. Baltalansa, yakılsa da tepesinden taze dallar fışkırmış, domur domur filiz vermişti dallarının uçları. Ölüme direniyor, yaşamı kucaklıyordu o haliyle bile.

Tarlanın içinden evine doğru giderken son kez dönüp baktı ağaca. Geceyi dut ağacının dibinde geçirmesinin tesadüf olmadığını düşünüyordu yürürken. Ağaç ona yaralarına, yaralayanlara aldırmadan direnmeyi, yeniden yeşillenmeyi öğretmişti o gece…

Evrensel

Özer Akdemir
Evrensel Gazetesi yazarı. 1969 Nevşehir Hacıbektaş'ta doğdu. 1998 yılında Evrensel Gazetesi ile başladığı gazeteciliğe halen gazetenin İzmir temsilcilisi olarak devam ediyor. Hayat TV'de Çepeçevre Yaşam programlarının yapım ve sunuculuğu yanı sıra, Anadolu’nun Altın’daki Tehlike / Kışladağ’a Ağıt, Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği, Uranyum Uğruna / Dilsiz Çocukları Ege’nin, Doğa ve Direniş Öyküleri adlı kitapları bulunuyor. EGEÇEP Yürütme Kurulu ve çeşitli komisyonlar ile Ekoloji Birliği'nde Koordinasyon Kurulu ve Yürütme Kurulu'nda da görev yapmıştır.
https://ekolojibirligi.org

Bir cevap yazın

Top