Bir tutam saç, yüz yıllık özlem…Özer AkdemirYazarlar by Özer Akdemir - 17 Aralık 201929 Aralık 20190 Yüz yaşına merdiven dayamıştı. Ömrünün son deminde kundağında daha 40 günlük bir bebekken ayrılmak zorunda kaldığı ata topraklarına gidiyordu. Artık kendileri de yaşını başını almış, torunlarını büyüten iki kızından son isteği bu olmuştu. İlerleyen yaşının bu yolculuğu kaldıramayacağından endişelenen kızlarına her şeyi göze aldığını ve kendisini son derece dinç hissettiğini söylemişti. Büyük kızı Helen, torunu Aleksi ile kendisinin de yanında olmaları şartıyla bu yolcuğa çıkabileceklerini söylediğinde ihtiyar babası çocuklar gibi sevindi…Karaburun Yarımadası’nda, bozkıra benzeyen kırçıl otlar, cılız maki ve tek tük zakkum ağaçlarından başka hiçbir bitkinin olmadığı bir arazide ilerliyorlardı. Ara sıra masmavi Ege’yi görüyorlardı otomobilleri bir tepenin başına geldiğinde. Haritanın gösterdiği yerden sağa, tozlu bir toprak yola döndü araç. Küçük bir tepenin başına doğru kıvrılarak ağırca ilerledi. Etrafı çıplak çakır dikenlikler ve yine makiliklerle kaplıydı yolun. Tepenin üzerinden yeniden denizi görmeye başladıklarında arabayı durdurmasını söyledi torununa. Kızı inip kapıyı açtı babasına. İhtiyar adam bastonunu yere koydu ve yavaşça indi otomobilden. Açık, güneşli, çok güzel bir hava vardı. Denizden doğru tatlı bir esinti geldi burnuna. Rüzgara kekik, deniz yosunu, tuz ve baygın zakkumların kokusu karışmıştı. Başı döner gibi oldu. Hafifçe sallandı. Kızı sarıldı hemen beline, torunu koştu geldi koluna girdi. Endişeyle baktı 96 yaşındaki adama. Yaşlı adam “Merak etmeyin” der gibisinden elini sıktı torununun. Gülümsedi gözlerine bakarak.Tam önlerindeydi köy. Köyden geri kalan yani!.. Çıplak taşlarla örülmüş çatısız harabe halindeki onlarca ev, denize doğru dik inen daracık sokaklar, taş viranelerin arasında incir ağaçları… Bir iki harabe evin yanı başında upuzun kavak ve servi ağaçları yükseliyordu. Köyün sağ yanında dev gibi rüzgar santralleri vardı. Köye çok yakındı RES’ler ve bu hafif esintide bile durmadan dönüyorlardı. Rüzgarın sesine RES’lerin kanatlarından çıkan iniltiye benzer mekanik ses karışıyordu.Bulundukları tepeden tatlı bir eğimle denize doğru inen köyle deniz arası belki 2-3 kilometre kadar vardı. Kuş uçuşu daha az bir mesafeydi bu ve köyün artık birer yıkıntıya dönüşmüş olan bütün evlerinden denizi görebiliyordunuz.“Kilisenin yanındaymış evimiz, kiliseyi bulalım” dedi yaşlı adam. Tam o sırada büyük taş bir evin içinden çıkan grubu gördüler. Kadınlı erkekli 7 kişilik grup da kendilerini görmüştü. Aralarında 20 metre kadar ya var ya yoktu. Elini kaldırdı Aleksi. Yabancı aksanı hemen belli olan Türkçesi ile ‘merhaba’ dedi gruba. ‘Merhaba’ dedi gruptaki kadınlardan biri. O da elini kaldırdı ve gülümsedi kendilerine. Çeşme Müze Müdürlüğü görevlileri, köy muhtarları ve Karaburun Kent Konseyi’nden bir yetkili, neredeyse yüzyıl önce terk edilen ve o günden bu yana da boş duran eski Rum Köyü Sazak’ın “kültür varlığı” olarak koruma altına alınması çalışması için köyde incelemeler yapıyorlardı. 1923 yılında göç ettikleri Sazak köyüne Ege’nin karşı kıyısından, Yunanistan’dan gelenlerle tam da o gün böyle karşılaştılar. Hikayesini öğrendikten sonra sıkıca kucakladıkları ihtiyar Dimitri’yi kilise kalıntılarına götürdüler. Kiliseden geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. Defineciler, köylüler ve “Taşları bile ihtiyarlatan zaman” büyük oranda yok etmişti kiliseyi. Sadece küçük bir kısmı duruyordu ve bir duvarında İsa ile Meryem Ana’nın solmuş, silinmiş, karalanmış resimleri göze çarpıyordu. 20 yıl önce ölen babasının yıllarca anlattığı evi ise elleri ile koymuş gibi buldular. İhtiyar Dimitri’nin içine doğduğu ve kırk günlükken tüm köyle birlikte terk ettiği evi kiliseden daha iyi durumdaydı. Babasının anlattıklarından sokaklarını, ağaçlarını, denizini, rüzgarını, üzüm bağlarını aradı Dimitri. Titrek adımları ile bastonuna dayanarak şimdi kadim rüzgarların dışında kimsenin toz kaldırmadığı taş sokakları adımladı. Babasının “Denizin rengi gibi çivit mavisine boyamıştım” diye anlattığı, kucağında İsa’yı taşıyan Meryem Ana heykelciğinin bulunduğu duvarın içine oyulmuş rafın üst kısımları hâlâ çivit mavisi rengini koruyordu. Evin bir zamanlar avlu olan küçük kısmında kocaman bir incir ağacı vardı şimdi. Gidip ağacın dibindeki bir taşın üzerine oturdu. Elini koynuna soktu. Tam göğsünün üzerine koymuştu küçük bez çıkınını. İçinde annesinin ve babasının birbirine karışmış saçları vardı!… Annesi babasından önce ölünce karısının hâlâ sapsarı olan saçından bir tutam kesip, daha memleketi terk etmedikleri bir zamanda, nişanlı iken kendisine verdiği mendilin içine koymuştu babası. Ölmeden birkaç ay öncesi Dimitri’ye verdi bu en değerli hazinesini. Dedi ki ona “Ben ölünce bir tutam saçımı kesip annenin saçlarının arasına koymanı istiyorum senden. Ve ikimizin saçını denizin öbür tarafındaki köyümüze götürüp, evimizin içindeki avluya göm. Araştırdım, köyümüz terk edilmiş bir şekilde hâlâ duruyormuş Badembükü’nün tepesinde. Senden son isteğim bu evlat!..” Babası, yağmurun ve karın birbirine karıştığı bir kış günü öldü. Gözyaşları içinde onu gömmeden önce saçından bir tutam kesip, mendilin içindeki annesinin saçlarının yanına koydu Dimitri. Annesinin sarı saçları babasının beyaz saçları ile karışmıştı…İhtiyar Dimitri titrek elleriyle ceketinin cebinden küçük bir makas çıkardı. Kızından seyrek saçından bir tutam kesmesini rica etti. Kızı göz yaşları içinde dediğini yaptı babasının. İhtiyar adam kendi saçını anne babasının saçının arasına koyup çıkını sıkıca bağladı. İncir ağacının dibine küçük bir çukur açmasını istedi torunundan ve çıkını o çukura koyup üstünü toprakla iyice örttü. Kırk günlük bir bebekken doğduğu topraklardan göç etmek zorunda kalan Dimitri’nin artık iyice ihtiyarlayan yüreği, anne ve babasıyla baba ocağında tekrar buluşmalarının sevinci ile pır pır ediyordu.(*) (*) Mübadele döneminde 1923 yılında terk edilen Karaburun’daki eski Rum köyü Sazak geçtiğimiz ay kentsel sit alanı ilan edildi. Sonraki yazıÖnceki yazı Share on Facebook Share Share on TwitterTweet Share on Pinterest Share Send email Mail Print Print