Buradasınız
Ana Sayfa > Semra Purkis > Yeşil Neo Liberalizm: Atmosferin Özelleştirilmesi ve Endüstriyel Plantasyon Uygulamalarının Sosyo-Ekolojik Sonuçları | Semra Purkis

Yeşil Neo Liberalizm: Atmosferin Özelleştirilmesi ve Endüstriyel Plantasyon Uygulamalarının Sosyo-Ekolojik Sonuçları | Semra Purkis

Gerçekte ormanların artması yerine ormansızlaşmaya ve monokültüre yol açarak biyoçeşitliliğin yok olmasına yol açan bu projeler çok uluslu şirketler tarafından “sıfır ormansızlaşma” sloganı ile yürütülmektedir. 

Neo liberalizm son yıllarda çok farklı bağlam ve içeriklerde, bilerek ya da bilmeyerek en çok kullandığımız kavramlardan biri oldu. Kimi kapitalizm yerine, kimi karşı çıktığı her türlü politikaya neo liberal diyor. Bir çok eleştirel sosyal bilimci bile neo liberalizm kavramını kapitalizm demeye tercih ediyor. Oysa neo liberalizm, kapitalizmin son 40 yılına damgasını vuran, 1960’ların sonlarında belirtileri görülmeye başlanan son çevrimsel krizini aşmak için dizayn edilen kapitalizmin farklı bir aşamasından başka bir şey değil. Bu aşama bize sistemin anakurumları ve onun çizgisindeki çevrelerce küreselleşme gibi pozitif çağrışımlar yapan bir kavramla sunuldu. Elbette kapitalizm yerine neo liberalizm kavramının kullanılmasının işaret ettiği başka bir gerçeklik var. Sistemin işleyişini değil de sadece neo liberal olarak adlandırılan aşamasında uygulanan serbest piyasacı politikaları eleştirenler bu kavramı bilinçli olarak tercih ediyorlar. Kapitalizmde krizlerle ilgili çok farklı yaklaşımlar olmakla birlikte krizler, çok genel olarak üretimin hızı ile tüketimin hızı uyuşmadığında ortaya çıkar, bu da birikimin hızını düşürür. Oysa hız sistem için yaşamsal önemdedir. Birikimin hızlanması, sermayenin hareketliliğinin artarak yeni ve karlı yatırım alanları bulması ile mümkündür. Bu bir yandan doğa ve emek sömürülerek ekonominin “sessiz yasaları” (Kavram: Göztepe 2014)) ile üretim alanında gerçekleştirilirken, diğer yandan hem barışçıl hem de zora dayalı yöntemlerle birikimin genişleyen ölçekte yeniden üretimi, yani mekansal yayılma ile gerçekleştirilir. Coğrafi genişleme kapitalizmin tarihinde yeni coğrafyaların sunduğu yeni fırsatlar (işgücü, hammadde, yeni yatırım alanları, yeni pazarlar, stratejik avantaj vs.) sayesinde birikimin hızlandırılması, dolayısıyla krizlerinin aşılması açısından temel önemde olmuştur. Artık kapitalizmin toplumsal ilişkileri tüm Dünyaya yayılmıştır. Yani küreselleşen kapitalizmin kendisi olmuştur. Birikimin coğrafi sınırlarının sonuna gelindiğinde mekanın/doğanın üretimi her zamankinden daha önemli hale gelmiş, hatta Neil Smith’e göre (2007) yeni bir birikim stratejisi haline gelmiştir. Kapitalist sermaye birikiminde doğa her zaman bir hammadde deposu olarak görülmüştür. Bu da insan-merkezli liberal çevre iktisadı literatürüne doğal sermaye, doğal kaynaklar, ekosistem hizmetleri gibi kavramlarla yansımaktadır. Ancak yine Neil Smith’e göre, doğa sermaye birikimine artık farklı bir biçimde içerilmektedir. Ona göre tarihin her döneminde insan toplumları geçimlerini sağlamak için belli ölçülerde doğayı dönüştürmüş, üretmişlerdir. Ancak, ilk kez kapitalizmde doğa, toplum karşısında dışsal gerçeklik olarak görülmüş ve sağladığı kullanım değerleri metalaştırılarak, sosyal varoluşun sistematik bir koşulu haline getirilmiş ve radikal bir biçimde nesneleştirilmiştir. Smith, artık günümüzde bu biçimsel içerilmenin ötesinde doğanın sermaye birikimine gerçek (dikey) içerilmesinin yaşandığını öne sürmektedir. Yani doğa artı değer üretimi sürecine sadece bir girdi olarak katılmamakta aynı zamanda doğanın kendisi üretilmektedir. Bugün Dünyada karbon piyasaları (karbon denkleştirme/eşitleme) ve biyoçeşitliliği denkleştirme/eşitleme (biodiversity offset) yatırımları ile tahrip edilen ekolojik ortamların yeniden üretimi ve bunların çevresel türevler, ekolojik krediler, şirket hisseleri biçiminde finansallaştırılması en karlı ve geleceği parlak, milyarlarca dolarlık piyasalardan en önemlisi olarak görülmektedir. Sermaye birikiminin yol açtığı sosyo-ekolojik tahribat doğal ortamları kıtlaştırdıkça, “doğal” olanın ekonomik değeri artmakta ve yeşil ekonomi adı altında doğanın farklı boyut ve süreçleri yeni karlı yatırım alanları olarak görülmektedir. Böylece koruma adı altında doğa piyasalaştırılmaktadır. Öyle ki, Yeşil Ekonomi, Yeşil Yeni Düzen gibi yine geniş çevrelerde akılçelici ve pozitif etkiler yaratan adlandırmalarla bu politikalar çevreci bir görünüm altında ambalajlanarak dolaşıma sokulmaktadır. Çevre korumayı piyasanın ve şirketlerin insafına bırakan Yeşil Ekonomi politikalarına eleştirel literatürde doğanın neo liberalleştirilmesi olarak yaklaşılmaktadır. Bugün ironik olan, neo liberalizme karşı çıktığını iddia eden çevrelerin bu politikalara alternatif politikalar olarak sarılmasıdır.

Son yıllara kadar Marxist geleneğin büyük bir bölümünde mekanın/doğanın üretiminin (Kavramlar, Lefebvre 1991; Smith 2007; 2008) giderek sermaye birikiminin temel dayanağı haline gelişi anlaşılamadığı için çevre ve kent temelli mücadeleler üretim alanının dışında, yeniden üretimin konusu, dolayısıyla da sınıf mücadelesinden farklı mücadeleler olarak görülmüştür. Oysa devasa bir üretilmiş müşterek olan kentin ve doğanın kendisi sadece üzerinde ve içinde üretimin yapıldığı mekanlar değil, aynı zamanda kendileri de doğrudan üretimin konusudurlar. Bu da özneyi fabrika dışına çıkararak onu tüm kentin/doğanın üretim ve yeniden üretimine katılan kent-kır halkına doğru genişletir (bkz. Harvey, 2012). Mekanın/Doğanın üretiminin her zamankinden daha yoğun bir şekilde sermaye birikiminin temel dayanaklarından biri haline geldiğini öne süren önemli isimlerden biri de David Harvey’dir. Harvey, genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikime olanak kalmadığında mülksüzleştirerek/gasp ederek birikim çabalarının arttığını iddia etmektedir (Harvey, 2003). Mülksüzleştirerek yada gasp ederek birikimin en önemli kaynaklarından biri de doğanın metalaştırılması ve doğal müştereklerin özelleştirilmesidir. Harvey de mülksüzleştirerek birikimin, sadece krizi aşmak için değil, birikimin kalıcı bir biçimi haline geldiğini öne sürer. Mülksüzleştirerek birikimin sınıfsal ve coğrafi temellerde gerçekleştiğine dikkat çeker. Yani hem servet ve gelir nüfusun zayıf kesimlerinden güçlü kesimlerine hem de zayıf coğrafyalardan alınıp zengin coğrafyalara doğru yeniden dağıtılmaktadır.

Bu yazıda gasp ederek birikim biçimlerinden biri olan yeşil ekonomi politikalarının ana düzeneği ve temelleri Kyoto protokolü ile atılan karbon piyasasının en sık kullanılan yöntemlerinden biri olan ve son yıllarda Türkiye’de de sık sık gündemimize düşen endüstriyel plantasyon uygulamaları üzerinde duracağız. Endüstriyel plantasyon uygulamaları hem karbon denkleştirme piyasaları hem de benzer bir biçimde işleyen biyoçeşitlilik denkleştirme piyasalarının kesiştiği uygulamalar olmaları açısından da önemlidir.

Karbon Piyasalarının İşleyişi Dünyada Karbon piyasaları çerçevesinde endüstriyel plantasyon projeleri uygulamalarını anlamak için öncelikle Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü (UNEP), Dünya Bankası, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) gibi uluslararası kurumlar tarafından çevre korumanın ana aracı olarak görülen karbon piyasalarının işleyişini anlamak gerekir. 1997’de yapılan ve 2005’de yürürlüğe giren Kyoto Protokolü ile birlikte Ek I’de listelenen her bir ülke (gelişmiş ülkeler) için karbon kotası (emisyon ya da kirletme izni) belirlenmiştir. Her ülke kendi kotasını protokolde belirlenen sektörlerde faaliyet gösteren o ülkedeki kamu ve özel kuruluşlara çoğu kez bedava olarak dağıtır. Ek 1 dışında kalan ülkelerin (genellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler) emisyon azaltımı zorunluluğu yoktur, ancak gönüllülük esası temelinde sera gazı emisyonu esasına gidebilirler. (Türkiye bu ülkeler arasındadır. Türkiye 2009 yılında Kyoto Protokolünün Ek1 listesine özel şartlı üye olarak imza atmıştır. Henüz bir azaltım yükümlülüğü yoktur. Gönüllü piyasalarda işlem gören karbon kredilerinin değeri daha yüksektir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de hali hazırda Gönüllü Karbon Piyasasında işlem gören ve çoğunluğu hidroelektrik ve rüzgar santrallerinden oluşan 308 proje bulunmaktadır  (https://iklim.csb.gov.tr/gonullu-karbon-piyasalari-i-4391). Sistemin şirketleri ve devletleri karbon emisyonunu azaltıcı teknolojileri kullanmaya teşvik etmesi beklenir. Bu sistemde şirketler ve devletler kotalarının kullanılmayan kısmını satarak (çoğu kez bedavaya aldıkları kredileri piyasalarda belirlenen fiyatlardan satarak) yüksek karlar elde edebilir, kotasını aşarak kirletmeye devam eden şirketlerse ek kota satın alabilirler. Protokole göre gelişmiş ülkeler karbon azaltımının teşviki yanında gelişmekte olan ülkelere de karbon azaltımı sağlamaları için finansal ve teknolojik destek sağlamalıdır. Ancak bu desteklerin yeterince sağlanmadığı, UNEP’in yeşil ekonomi ile ilgili raporlarında sıklıkla belirtilmektedir.

Bu piyasanın işlemesi için fiyatlanması mümkün olmayan karmaşık ve iç içe olan doğal fonksiyonların ve süreçlerin finansallaştırılması, bunun için de sosyo-ekolojik bağlamlarından koparılıp, izole edilebilmeleri, standart homojen birimler haline getirilip fiyatlanabilmeleri gereklidir. Kyoto Protokolü Emisyon Ticareti (ET), Ortak Uygulama (Jİ) ve Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM) biçiminde düzenlenmiştir. Ortak Uygulama gelişmiş ülkelere başka bir gelişmiş ülkede proje yapma; Temiz Kalkınma Mekanizması ise gelişmiş Kuzey ülkelerine gelişmekte olan ya da az gelişmiş (karbon kotası bulunmayan) Güney ülkelerinde proje yapma olanağı veren düzenekler olarak tasarlanmışlardır. Yani, karbondioksit emisyonu yapan kuruluşlar karbon azaltımını kendilerinin mi yapacağına, yoksa kirletmeye devam ederken başka bir ülkede proje yaparak mı azaltımı gerçekleştireceklerine ya da karbon piyasasından emisyon izni satın alarak mı yapacaklarına kar/zarar hesabı yaparak karar verebilirler. Ortak Uygulama projelerinde projeyi gerçekleştiren ülke ya da şirketin emisyon izni artmakta, projenin gerçekleştiği ülkenin emisyon izni düşmektedir. Bu düzeneklerle gelişmiş ülkelere ve şirketlere emisyon azaltımını başka coğrafyalarda en düşük maliyetle (en yüksek karla diye de okunabilir) gerçekleştirme esnekliği verilmiştir. Bilindiği gibi genellikle dış kaynağa bağımlı olan ülkeler CDM projelerinin gerçekleştirildiği ülkeler olup, sera gazı azaltımının bu projelerle yapılması, projeleri gerçekleştiren şirket ve ülkelere karbon kredisi sağlamaktadır. Bu izinler başta saptanan kotaya eklenir. Kullanılmayan izinler ise sadece gelişmiş ülkeleri kapsayan emisyon ticareti çerçevesinde kotalarını aşan taraflara satılır. Bu politikalarla dünyanın başka yerlerinde kirletmeye devam ederken, şirketler kendi karbon emisyonlarını düşük hatta nötr gösterebilirler. Açıkça görülebileceği gibi karbon piyasasının karlı bir şekilde işleyişi için bir yerlerde karbon üretilmesi gerekmektedir.

Kyoto Protokolü sera gazı emisyon haklarını atmosferi halihazırda en çok kirleten ülke ve şirketlere verirken, Güney ülkelerinin sera gazı emisyonuna sınır getirmemiştir. Böylece Dünya’nın karbon döngüsü kapasitesi üzerindeki “haklar”, bundan en fazla finansal çıkar sağlayacak olan en güçlülerin ellerine bırakılmıştır. Yani atmosfer de özelleştirilmiştir. Bu düzenekelerin sermaye açısından bir başka avantajı ise konunun sistemle ilişkili olmaktan çıkarılarak tekno-idari bir düzeye indirgenip apolitikleştirilmesidir. Böylece ekosistemin tahribatından tek tek bireylerin tüketimleri ve sorumsuz davranışları ile nüfus artışı sorumlu tutularak, sistemin sınırsız üretime dayalı savurgan işleyişi gözlerden uzak tutulurken, piyasa sisteminin herşeye kadir olduğu bir kez daha beyinlerimize işlenmiş olur.

Kyoto Protokolü her ne kadar çevresel sorunlara çare getirmesi beklenen birtakım araçları sağlıyor gibi görünse de, gerçekte bu araçlarla gelişmiş ülkelere ve çok uluslu şirketlere açtığı yeni kanallarla ve sağladığı esnekliklerle bir yandan çevresel sorunların ortaya çıkmasında en az payı bulunan bu coğrafyalarda karlı yatırım alanları açarken, büyük bir kısmını kendilerinin yarattıkları kirliliğin maliyetini çok çeşitli yollardan yoksul ve dış borca bağımlı bu coğrafyalara yüklemelerine olanak verir; diğer yandan çevre koruma bahanesiyle onların kaynaklarını gasp etmeyi meşrulaştırır ve bu coğrafyalarda tarihsel olarak birikmiş artı değere el konulmasına olanak verir. Yeşil gasp olarak tanımlanan bu durumda yeşil amaçlara ulaşmak bahanesiyle yoksul Güney ülkelerinin geniş ve verimli topraklarına el konulmakta; yukarıda belirttiğimiz gibi servet ve gelir nüfusun zayıf kesimlerinden güçlü kesimlerine hem de zayıf coğrafyalardan alınıp zengin coğrafyalara doğru yeniden dağıtılmaktadır.

Kyoto Protokolünün temellerini attığı mekanizmaların işlemesi farklı, seragazlarının karbondioksite belli oranlar üzerinden eşitlenmesine dayanır. Ancak böyle bir eşitleme matematiksel olarak yapılabilse bile bu gazların toprağın altından çıkıp atmosfere salındıktan sonra yarattıkları etkilerin hesaplanabilmesi mümkün değildir. Benzer bir nicelleştirme doğanın birbirlerine bağlı çok farklı süreçleri için de yapılır. Örneğin, orman gibi birçok organik ve inorganik varlığın yüzbinlerce yılda oluşturduğu, birçok canlıya yaşam alanı sağlayan, aynı zamanda bütün canlıların yaşamını sürdürmesi için gerekli kritik atmosferik koşulların sağlanması için elzem olan, yeraltı sularını zenginleştirip arıtan, toplumun bazı kesimlerine geçim aracı sağlayan, bazı kültürler içinse kutsal sayılan bütünsel bir ekosistemin, tek tek ağaçlara ve bunların karbon tutma kapasitelerine indirgenerek fiyatlanmasında olduğu gibi nicelleştirme, sermayenin “görebileceği”, onun mantığına uygun bir doğa yaratılması işlevini görmektedir. Karbon piyasalarında en sık uygulanan karbon tutma projeleri ormanlaştırma yani REDD projeleridir.

REDD Düzeneği

REDD projeleri Birleşmiş Milletler’in ormansızlaşma ve ormanların tahrip olması kaynaklı emisyon artışını azaltma girişimi olarak 2008 yılında başlatılmıştır. Bu çerçevede yapılan projelerden ormanların korunması, sürdürülebilir yönetimi ve karbon tutma kapasitelerinin arttırılmasının amaçlandığı, aynı zamanda iklim değişiminin yavaşlatılacağı ve yoksul Güney ülkelerinde sürdürülebilir kırsal ve ekonomik kalkınmanın finansmanının sağlanacağı öne sürülür. REDD+ çerçevesinde yürütülen projeler de CDM projeleridir. REDD+ projeleri genellikle doğal ormanların kesilip yerine hızlı büyüyen ve büyüdüğünde piyasada para eden plantasyonların ekilmesi biçiminde uygulanmaktadır. Hızlı büyüyen genç ağaç plantasyonlarının, her yıl doğal ormanlardan daha fazla karbon depoladığı iddia edilmektedir, ancak ekolojik özellikler ve özellikle biyolojik çeşitlilik açısından hiçbir şekilde doğal bir ormanın yerini tutamazlar. Ağaç ekimi ve orman koruma projeleri (literatürde bunlar karbon tuzakları olarak adlandırılır) diğer karbon tutma mekanizmalarına göre daha ucuzdur. Dolayısıyla düşük karbonlu enerji üretimini olanaklı kılacak teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulanmasını engelleme potansiyelleri vardır. Bir başka tehlike de gelişmiş ülkelerin ve şirketlerin başka coğrafyalarda bu tür projelerle yarattıkları kirlilikleri telafi ettikleri düşüncesiyle ekolojiye verdikleri tahribatı arttırmalarıdır. Karbon kredilerinin oluşması için bir yerin yeniden ormanlaştırılması gereklidir. Yani ormanlar varolduğu halleriyle karbon kredisi yaratmazlar. Dolayısıyla orman olmayan bir yeri “ormanlaştırma” kredi yarattığından REDD+ projelerinden yararlanmak için ormanların kesildiği durumlara sıkça rastlanmaktadır. Bu projeleri uygulayan çokuluslu şirketler ne kadar çok kirletirlerse o kadar çok CDM projesi gerçekleştirerek hem bu projelerden büyük karlar edebilmekte hem de elde ettikleri karbon kredilerini satarak kar etmektedirler.

Ormanlar atmosfere salınan karbondioksitin tutulmasında en etkili ekosistemler olmakla birlikte Dünyada orman gibi çok zengin ve karmaşık organik ve inorganik süreçleri barındıran bir ekosistemin ekonomik akılla karbon tutma kapasitesine ve ormanların tek tek ağaçlara indirgenerek tanımlanmaya başlanması sorunların asıl kaynağıdır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO da “Ormanlaştırma Departmanı” kurarak ormanın ekilebileceği fikrini yaygınlaştırmış ve özellikle Güney ülkelerinde yerli olmayan türlerden oluşan endüstriyel plantasyon uygulamalarını teşvik etmiştir (1).

Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) adına Aydın Bodur tarafından hazırlanan ‘endüstriyel plantasyon’ konulu video çalışması.

Dünyadan Örnek REDD Projeleri

Tracey Osborne (2015), 2006-2012 yılları arasında yürüttüğü saha araştırması ile REDD+ projelerinin ilklerinden biri olan Chiapas/Meksika’da yürütülen Scolel Te projesinin doğa, şirketler ve yerel halk üzerinde yarattığı etkileri incelemiştir. Projeden karbon tutumu yanında yerel halka iş sağlayarak, aynı zamanda sürdürülebilir bir kalkınma yolunu açmak gibi çoklu yararlar ortaya çıkacağı iddia edilmiştir.  Bu örneğin özgünlüğü projenin gerçekleştirildiği bölgenin küçük çiftçiliğin ve ortak toprak mülkiyetinin yaygın olduğu bir bölge olmasıdır. Ancak, bütün piyasaların işlemesi için gerekli olan mülkiyet biçiminin belirlenmesi şartı karbon piyasası için de gereklidir ve ortak mülkiyetteki alanlarda da toprakların haritalandırılması, sertifikalandırılması ve özelleştirilmesi gerekmiştir. Böylece köylülerin toprağa yönelik algısı değiştirilmiştir.

Yazar, bu proje ile köylülerin ilk kez ticari amaçla ağaç dikmelerinin ormanların korunması konusunda sorunlar yarattığını, projenin yürütüldüğü bölgelerde ormanların karbon tutma kapasitelerinin metalaştırılmasının gerektirdiği mülkiyet tanımlamaları ve orman idaresinin merkezileşmesinin yerli halk üzerinde beklenen yararları göstermeyi engellediğini gözlemlemiştir. Projenin vurgusu zamanla yerel kalkınmadan karbon bankacılığına kaymış, güç yerel halktan Scotland’daki bankerlere geçmiş; köylüler formel olarak toprak üzerinde hak sahibi olarak görünürken, toprakların üzerine karbon tutacak ağaçların dikilmesi ve buna harcanan emek zamanın uzunluğu nedenleriyle, gerçekte topraklarına geçimlik gereklerini yerine getirmek için erişimleri engellenmiştir. Proje öncesinde ortak topraklar köylülerce oluşturulan bir meclisin belirlediği belli kurallara göre kullanılabilirken, projeyle birlikte yerli halk yerine ulusal, uluslararası kuruluşlar ve devlet karar verici konuma geçmiştir. Bu tür projelerde köylüler karbon tutumu için ağaç diktiklerinde uluslararası kuruluşlardan ya da projeyi yürüten şirketlerden oldukça düşük kazançlar elde ederler. Scolel Te projesinde hektar başına köylülere 5 yıl boyunca 138 dolar ödenmesi öngörülmüştür. Asıl kazanç 25 yıl sonra ekilen ağaçların kesilip kereste olarak satımından beklenmektedir. Bu kazancın hektar başına 14 000 dolara kadar çıkması beklenmektedir. 2000’li yılların ortasında projenin kapsamı 1,9 milyon hektara kadar ulaşmıştır.

Bu projelerin önemli bir diğer etkisi de biyoçeşitlilik üzerindedir. Ormanlaştırma projelerinde endemik türler yerine karbon tutumu yüksek, hızlı yetişen ve yetiştiğinde piyasada para edecek okaliptüs, maun ve tropik sedir gibi ağaçlar ektirilmektedir. Geçimlik üretimden piyasaya yönelik üretime geçiş, geçimlik üretim durumunda varolan çeşitliliği azaltmakta, köylülerin elde edeceği geliri uzun döneme yaymaktadır. Biyoçeşitliliğin azalması zararlı böcekleri çoğaltarak karbon tutumu için ekilen ağaçların karbon tutum kapasitelerini ve piyasa değerlerini azaltmaktadır. Zararlıları yok etmek için kullanılan kimyasallar ise toprağın kalitesini düşürürken, çalışanlarda sağlık sorunlarına yol açmaktadır.

Yazarın da içinde bulunduğu bir araştırmacılar ekibi, geleneksel türlerin nadas yapılarak ekildiği tarla, geleneksel türlerin aralarına ticari ağaçlar ekilmiş olduğu bir tarla ve 30 yıldan fazla bir süredir ağaçların olduğu başka bir tarlanın karbon tutma kapasitelerini karşılaştırmış, geleneksel türlerin ekili bulunduğu tarlanın karbon tutma potansiyelinin diğerlerinin birkaç katı fazla olduğunu gözlemlemişlerdir.

Dünyada en yaygın olarak görülen karbon tutma projelerinden biri de yağı çok çeşitli endüstriyel ürünlerin üretiminde kullanılan palmiye plantasyonlarıdır. Palmiye ağacı hemen her türlü toprakta hızla büyüyen bir ağaçtır. Bu plantasyonlar yağmur ormanlarının bulunduğu Brezilya, Endonezya, Malezya, Sumatra, Gabon, Nijerya, Ekvator gibi ülkelerde sıklıkla yapılmaya başlanmışlardır. Örneğin Endonezya’nın yağmur ormanlarının %25’I kesilerek yerine palmiye ağacı plantasyonları kurulmuştur. İşlenmiş gıdadan, çikolataya, kozmetiğe, sabuna, diş macununa hatta kumaş üretimine kadar birçok ürünün üretilmesinde kullanılan palmiye yağı aynı zamanda fosil yakıtlara sürdürülebilir bir alternatif biyoyakıt olarak gösterilmektedir. Yeşil enerji olarak gösterilen biyoyakıt üretimi için geniş ve verimli tarım arazilerinin ayrılmasının küresel ısınmayı arttırmasından, suyun bu ağaçların yetiştirilmesinde kullanımı nedeniyle projelerin gerçekleştirildiği bölgelerde yaşayanların susuz kalmasına, ormandan yararlanma olanaklarının sınırlanmasıyla kendine yeterliliklerini kaybeden halkın geçim araçlarından yoksun kalarak kendi topraklarında büyük şirketler için çalışan ucuz işçiler konumuna düşmelerine  kadar çok çeşitli  sosyo-ekolojik sonuçları olmaktadır. Türü tehlike altında olan birçok hayvanın bu ormanlarda yaşadığı da gözönüne alındığında ortaya çıkan tahribatın boyutlarını tahmin etmek zor değildir (Endonezya’dan bir örnek için bkz. https://www.dw.com/en/indonesia-palmoil-deforestation-peatlands-fires-climate-change/a-53587027).

Gerçekte ormanların artması yerine ormansızlaşmaya ve monokültüre yol açarak biyoçeşitliliğin yok olmasına yol açan bu projeler çok uluslu şirketler tarafından “sıfır ormansızlaşma” sloganı ile yürütülmektedir.  Üstüne refah içindeki çiftçiler, modern çiftçilik sistemleri, müreffeh toplumlar, uzun süreli istihdam, gıda güvenliği, yol ve hastane yapımı ve hatta Dünyanın tazelenmesi gibi net pozitif etkiler yaratılacağı iddia edilmektedir (2). FAO palmiye ağacı yetiştiricilerinin modern çiftçiler olduğunu öne sürmektedir (3). Bu projelerle milyonlarca hektar yağmur ormanı kesilip yerine palmiye “ağaçları” ekilirken, en verimli tarım arazileri çokuluslu şirketlerce gaspedilmektedir. Karbon tutma ve biyoçeşitliliği denkleştirme çerçevesinde kurulan bu plantasyonlar için yağmur ormanları “temizlenirken” önce kesilip sonra yakılmakta, bu işlemlerle karbon tutmak bir yana devasa miktarda karbon açığa çıkmaktadır. Yağmur ormanlarının artan insan aktiviteleri sonucu tahrip olması karbon tutma kapasitelerini düşürmekte, karbon salımlarını arttırmaktadır. Yerli halk, iddia edilenin tam tersine geçimlik araçlarını kaybederek balıkçılık, orman ürünlerinden yararlanma, avcılık, tarım gibi amaçlarla kullandıkları topraklara erişememektedir. Refahlarının artması yerine kendi topraklarında marjinalleştirilmişlerdir. Bütün bunlara yol açan, endemik ormanlarda hayvan-bitki-insan toplulukları arasında kurulan yaşam birlikteliğinin çoğu kez geri döndürülemez biçimde tahrip edilmesidir.

Kriz dönemleri mekanın/doğanın tahribatının kar amacıyla hızlandığı dönemlerdir. Böyle dönemlerde bir yandan kentler yatay ve dikey olarak betonlaşır ve yayılırken, diğer yandan doğanın üretimi adeta saldırıya dönüşmektedir.  Tropikal orman kaybı özellikle 2008 krizinden beri hızlanmıştır. Bu durumdan en çok yerli halklar olmak üzere Dünyada 1 milyardan fazla ormandan geçinen insan zarar görmektedir.  Ormansızlaştırmada çok uluslu şirketlerin biyoyakıt üretimi, kereste için ağaç kesimi ve ilaç hammaddesi üretimi büyük rol oynamaktadır. Yeşil ekonomi ile ilgili özellikle 2008 yılında yoğunlaşan raporlarda karbon kredisi ticaretinin ormansızlaşmayı engellemede en etkili araç olduğu sıkça belirtilmektedir. Ancak özellikle 2008’den beri tropik ormanlarda ormansızlaşma hızlanmıştır (https://www.wri.org/our-work/topics/forests). En son yapılan araştırmalara göre korona pandemisiyle birlikte yağmur ormanlarının yokedilme hızı iki katından fazla artmıştır (https://www.dw.com/en/wwf-rainforest-deforestation-more-than-doubled-under-cover-of-coronavirus/a-53526064).

Türkiye’de de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın karbon piyasaları ile ilgili raporlarında ve Orman Genel Müdürlüğü’nün stratejik planlarında uluslararası karbon piyasalarından ve REDD düzeneğinden yeterince yararlanılmadığı, bu projelerin şirketleri yeşil göstererek imajlarını güçlendirdiği fikrinin, özellikle Türkiye için bir ekonomik kriz yılı olan ve kentsel dönüşüm, 2B ve bütünşehir yasalarının ard arda çıkarıldığı 2012 yılından beri daha sıklıkla vurgulanması raslantı değildir. Orman Genel Müdürlüğünün son yıllardaki bütün stratejik planlarında endüstriyel plantasyon alanlarını genişletmek temel hedef olarak konmuştur.


KAYNAKLAR:

Semra Purkis
Ekoloji Birliği bileşenlerinden Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Bilim Komisyonu Sözcüsü.
https://ekolojibirligi.org/

Bir yanıt yazın

Top