Sıvacı kuş ve kozalakÖzer AkdemirYazarlar by Ekoloji Birliği - 26 Nisan 20203 Mayıs 20200 Sıvacı kuş, miğfer takmış bir savaşçı başına benzeyen kayaya yapmıştı yuvasını. Kayanın iç tarafındaki küçük yuvayı görmek neredeyse olanaksızdı ki Ali Efe bile günler sonra kayadaki küçük çıkıntının sıvacı kuşun yuvası olduğunu anlayabildi. Çer çöp parçalarının üstüne çamur sıvanarak yapılan küçük yuvanın rengi kayanınki ile aynıydı.Ali Efe, kaya komşusu sıvacı kuşu rahatsız etmedi hiç. Bir zararı yoktu kimseye şuncağızın. Babası bütün kuşların kendilerine doğanın bir lütfu olduğunu söylerdi hep. “Ağaçların zararlı böceklerini, kurtlarını yer kuşlar. Arada künarların tadına baktığı da olur ancak o da onların yevmiyesi” derdi. Latmos Dağları‘nın koyaklarında gökten serpiştirilmiş gibi görünen sayısız kayadan birisiydi Miğfer Kayası. Kayaların her biri işinin ehli bir sanatçının, doğa ananın elinden çıkmış, özenle şekillendirilmişti adeta. Rüzgarlar, yağmur, fırtına, kar, kırağı doğa ananın kayaları şekillendirmek için kullandığı malzemeleriydi. Milyon yılda toz toz, zerre zerre oyulan bu kayaların bazen güçlü depremlerle, sellerle yerlerinden zıplayıp üst üste bindiği de oluyordu. İşte bu yüzden türlü şekiller alıyordu kayalar.Ali Efelerin kayasından bir taş atımı uzaklıktaki boz kayanın bazı yerleri yosun tutmuştu. Yosun yeşili, kurşuni renkleri ile bu kaya patlak gözleri olan irice bir kurbağaya benziyordu. Ali Efe, Kurbağa Kayası’nın yanındaki ağaçtan kozalak toplayacaktı bugün.Adam başına benzeyen kayaya da “Miğfer Kayası” diyorlardı. Kadimden beri Ali Efelerin darı deposuydu kaya. Uzun boylu bir adamın bile ayakta duracağı rahatlıktaydı kayanın içi ve bir oda genişliğinde oyulmuştu. Kayanın bir köşesinde isli demirleri ile küçük ocaklık bulunuyordu. Ocaklığın dışarıya açılan bir bacası vardı. Oyuğun öbür tarafında ise birbirinin içinden geçen iki paslı kalın demirle kapatılıp cam takılmış küçük bir pencere vardı. Kayanın girişi yassı demirler, perçinler ve menteşelerle kuvvetlendirilmiş kalın ahşap bir kapı ile örtülüyordu.Ali Efe’nin babası, dedesi hatta anlattıklarına göre onun dedesi de bu kayayı kullanmışlardı. Yüz yaşında ölen dedesi, Yörük Ali Efe’yi kayada sakladığı, oğlak kesip, ak petekli bal ve tereyağıyla ağırladığı günleri övünerek anlatırdı her önüne gelene. İlk torununa da Ali Efe adının konulmasını istemişti.“Sonra, bir gün sabah Efe Kurbağa Kayası’nın üzerine çıkıp sis çökmüş Söke Ovası’na doğru uzun uzun baktı dürbünüyle. Mavzerini kucağına bir çocuk gibi yatırıp her parçasını teker teker yağladı, parlattı. Akşam kızanlarına “Haydiyin, gidiyoruz” dedi. Benden de helallik istedi, avucuma iki altın koyup. Altınlar avucuma konduğunda elime sanki iki kırmızı kor düşmüş gibi oldum. Hemen yandaki kızana verdim onları. “Helal olsun efem” dedim. Daha o zaman gencim, babanız kucakta. O yüzden gidemedim efenin ardı sıra. Yoksa can atıyordum kızanı olmaya. Ertesi gün işin rengi anlaşıldı. Cavur’la Efe çatışmaya girdiler. Tüm gün mavzer sesleriyle inledi Latmos’un koyakları…”Babasından ise canavar öyküleri dinledi Ali Efe. Anadolu parsının gece kükremelerini, ayıların bal kovanlarına dadanmasını, akkuyruklu kartalın, yılan kartalının ya da şahinin gölgesini üzerinde gören gelinciklerin nasıl gelip kayanın kovuklarına can havliyle kendilerini attıklarını anlattı günlerce, gecelerce. Her anlattığında da gözleri dolardı babasının. Özlemden. “Şimdi ne leopar kaldı ne ayı. Akkuyruklu kartalı görmeyeli yıllar oldu. Belki onun da nesli kurudu, kim bilir! Şahine bile arada sırada denk geliyoruz ki onun gölgesi de mavi gökten silinmek üzere. Yörükler de siliniyor oğul, dumanlı dağların, mor kayaların, mavi puslu çamların arasından yitip gidiyor izlerimiz. Oysa buranın sahipleri bellerdik kendimizi. İşte konduk göçüyoruz, damla damla tükenerek…” * * *Kayadan çıkmadan önce karşıdaki fıstık çamı dalına konup şakıyan sıvacı kuşunu uzun uzun dinledi Ali Efe. Onu son kez dinlediğini bilmeden!..Kayanın etrafındaki fıstık çamı ormanıydı geçim kapıları. Latmos Dağları’nın doğusu ve kuzeyinde küçük düzlükleri, kaya diplerini yeşil bir örtü gibi kaplıyordu fıstık çamları. Gövdesi metrelerce uzayan fıstık çamlarının tepeleri top top olurdu. Sanki on beş yirmi metre boyları olan brokoliler gibi biterlerdi topraktan.Bir bebek gibi ilgi ve bakım isteyen bu ağaçlara tırmanıp, ucunda “kiye” denilen çengelleri olan upuzun sırıklarla kozalak toplamak maharet, ondan da öte cesaret isterdi. Herkesin harcı değildi yirmi metrelik ağacın tepesine tırmanmak, bacakları ve tek kolu ile sarıldığı ağaçtan düşmeden, daldan dala atlayarak kozalak toplamak. Cambazlık yapmaktı bir bakıma ipin ucunda. Künarcı köylerin sakatları çok olurdu bu yüzden. Fıstık çamından düşüp ölmeyenlerin çoğu sakat kalırlar, bir yerleri topal, kör, çolak gezerlerdi ölene kadar.Kış ortasında başlardı kozalak toplama mevsimi. Yeni yılın ilk ayından baharın sonlarına kadar da devam ederdi. Eskiden, yazın güneşin alnına konan kozalaklar kendiliğinden çatlar, fıstıkları açığa çıkardı. Şimdi ise kazanlarda, sıcak suda kaynatılan kozalaklar, ağzı kör satırlarla dövülüyor kadınlar tarafından. Posası bir yana fıstıklı kısım bir yana ayrılıp işlenmek üzere fabrikalara gönderilse de toplama işi yüzlerce yıldır geleneksel yöntemle yapılıyor.Ali Efe, gün öğleye evrilirken ağacın tepesinde kozalak topluyordu. Yan budağa geçmeye çalışırken tuttuğu dal bir anda elinde kaldı. Bacakları ile tutunmaya çalıştı ağaca ancak çok geçti! Birkaç dalı kırıp aşağıya, hızla kurbağa gözlü kayanın üzerine, kozalakların arasına düştü. Yeşil yosunlu kayanın üzerinde bir anda kızıl benekler belirdi. Kızıllık, kayanın üstündeki kozalaklara, oradan tüm yüzeye sıvandı ve Kurbağa Kayası’nın ağzından aşağı doğru damla damla akmaya başladı. Kayanın üzerine düşer düşmez ölen Ali Efe’nin duyduğu son ses sıvacı kuşun şarkısı oldu…* Latmos Dağları’nda fıstık çamı toplarken ağaçtan düşüp ölen 35 yaşındaki Ahmet Asar’ın anısına…Sonraki yazıÖnceki yazı Share on Facebook Share Share on TwitterTweet Share on Pinterest Share Send email Mail Print Print