Maden Yasası, Yeşil Dönüşüm ve Kapitalizmin İkinci ÇelişkisiDünyaEkolojiPolitikaRaporlar by Ekoloji Birliği - 20 Temmuz 20255 Eylül 20250 Sermaye sınıfının çıkarları açıkça devletin güvenlik söylemine dönüşüyor. Gerçekte ise “yoğun madenciliğin” yerli halkların yerinden edilmesi, mülksüzleştirilmesi ve yoksullaştırılmasına yol açıyor.Doç. Dr. Yelda Erçandırlı ——————————————————————————————–James O’Connor, 1988’de kaleme aldığı ünlü makalesinde “kapitalizmin ikinci çelişkisi” kavramını geliştirerek doğal varlıkların sermaye tarafından tahrip edilmesinin sonuçlarını analiz eder. Kapitalizmin birinci çelişkisi, emeğin sömürüsüne dayanan sistemik bir krizi ifade eder. Sermayenin işçileri daha ucuza çalıştırarak daha az ödeyerek artı değeri maksimize etmesi sonucunda krize girmesidir. Kapitalizmin ikinci çelişkisi, emeği sömüren bir sistemin, aynı zamanda emeğin varoluş koşullarını -yani doğayı, suyu, toprağı ve yaşam alanlarını- tahrip ederek kendi mezarını kazmasıdır. O’Connor’un da vurguladığı gibi bu iki çelişki iç içe olmasına rağmen ikinci çelişki çok daha yıkıcıdır, kapitalizmin doğayı yok etmeden büyüyememesidir. Doğa artık bir yaşam alanı değil, birikim için kazılıp çıkarılan bir kaynak stokuna indirgenir. Toprak besin değerini kaybeder, ormanlar, tarım arazileri, su havzaları yer altından çıkarılacak maden enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla geri dönüşsüz bir şekilde yağmalanır. Bu süreçte emekçiler, aşırı çalışmanın, yabancılaşmanın, sağlıksız yaşam koşullarının yükünü taşırlar. Bu sadece doğanın değil, emeğin de sömürüsünü yoğunlaştırır. Kısaca kapitalizm, yeşil yıkım yaratarak ilerler, sonra bu tüketimi telafi etmeye çalışarak kendini yeniden üretir.O’Connor’un müthiş katkısını günümüze uyarlarsak bu duruma şimdilerde “yeşil dönüşüm” diyorlar. Yeşil dönüşüm, ekonomik büyümeyi sürdürürken çevresel etkileri azaltmak daha doğrusu sermayenin krizini aşması için düşük karbonlu ve enerji verimli teknolojilere-yenilenebilir enerji sistemlerine- geçiş yaratarak yeni birikim alanı oluşturmasıdır. Yeşil dönüşümün en temel özelliklerinden bir tanesi yenilenebilir enerji sistemlerini bahane ederek özellikle lityum, kobalt gibi kritik mineraller için yeni bir sömürü yaratmasıdır. Bu kapsamda Avrupa Birliği’nde 3 Mayıs 2024’te yürürlüğe giren Avrupa Kritik Ham Maddeler Yasası, kritik mineral arzını güvence altına alıyor, tedarik zincirlerini çeşitlendiriyor.AB, kritik minerallere bağımlılığı jeopolitik bir kriz olarak tanımlıyor ve “tedarik zinciri güvenliği altında” dışa (özellikle Çin ve Rusya’ya) bağımlılığı azaltma stratejileri üretiyor. Her ne kadar Türkiye, AB’den farklı olarak, kömürde ısrar etse de küresel sermaye zincirine (geç) eklemlenmiş bir ülke olarak kapitalist hegemonyayı takip ediyor. Geçtiğimiz günlerde karbon ticaretini ön plana çıkaran İklim Kanunu’nu kabul eden TBMM, 17-18 Temmuz’da ise enerji ve maden alanlarına yönelik yeni düzenlemeler içeren kanun teklifinin ilk on bir maddesini onaylaması, Türkiye’nin sermaye birikiminin ekolojik sınırlarını aşmaya çalışan küresel kapitalist-hegemonik projeye dahil olma konusundaki ısrarını gözler önüne seriyor.Ancak Türkiye’deki bazı düzenlemeler, mevcut rejimin otoriter özelliklerini taşıyor. Türkiye’de maden politikaları, yalnızca bir ekonomi politikası olarak değil, aynı zamanda otoriterleşmenin ekolojik arka planıymış gibi görünüyor. Öncelikle Maden Yasası’nda kabul edilen maddelerle, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) süreci işlevsizselleştiriliyor, zeytinlik, mera, orman, sulak alanlar, milli parklar gibi alanlarda madencilik izinlerinin önünü açıyor, gerçekten de hukuki ve çevresel denetim mekanizmalarını zayıflatarak, maden şirketlerine “süper izin” yetkisi tanıyor. İktidar, elektrik ihtiyacını karşılamak amacıyla zeytinlik alanların madencilik alanlarına açılmasını içeren torba kanunun Türkiye’nin bazı ihtiyaçlarını sağlayacak santrallerin devam etmesi için kömürün kazılıp çıkarılmasını kamu yararı olarak tanımlarken muhalefet, sermayenin ihtiyaçlarının öncelendiği konusunda ikna olmuş görünüyor. Dahası, sosyoekolojik bir kriz anında (ikinci çelişki), doğanın yok edilişi adına, Türkiye’de iktidar sermayenin sürekliliğini öncüllerken bir nokta gözden kaçırılıyor: Türkiye Avrupa’dan farklı olarak kömürde de ısrar ederken, Maden Kanunu, Avrupa’daki sömürü sistemini de takip ederek kritik mineraller hakkında da birçok düzenleme içeriyor. Söylem olarak enerji dönüşümü, elektrikli araçlar, batarya teknolojileri gibi alanlarda küresel rekabette geri kalmamak için kritik minerallere ihtiyaç olduğu dile getirilirken, Maden Kanunu değişikliğinde kritik mineraller doğrudan ulusal çıkar hatta güvenlik meselesi olarak tanımlanıyor. Öyle ki kritik madenlerin belirlenmesi yetkisi Cumhurbaşkanlığına veriliyor, yerli ve yabancı şirketlere kritik maden sahaları için ihale dışı tahsis yetkisi getiriliyor, maden bölgeleri “özel güvenlik bölgesi” ilan edilebiliyor.Jeopolitik söylemler, iktidarın hem ulusal hem de bölgesel düzeyde hegemonya arayışlarına işaret ediyor. Dahası, sermaye sınıfının çıkarları açıkça devletin güvenlik söylemine dönüşüyor. Gerçekte ise “yoğun madencilik” yerli halkların yerinden edilmesi, mülksüzleştirilmesi ve yoksullaştırılmasına yol açıyor; doğanın yıkımı derinleşirken, elde edilen gelir yalnızca kapitalist sınıfları zenginleştiriyor.Peki bu durumda ne yapmalı? O’Connor, kapitalizmin ikinci çelişkisinin sosyalistlere yalnızca özel mülkiyeti, ücretli emeği ve piyasaları bozmak için değil, aynı zamanda geleneksel sınıf politikalarını ekolojik, kişisel ve toplumsal koşulların bozulması ve yıkımıyla ilişkili çevre siyaseti ile bağlamak için bir fırsat ortaya çıkardığını söylüyor. Yani, madencilik gibi doğayı yoğun şekilde sömüren faaliyetler, ikinci çelişki kapsamında emek ve ekoloji hareketinin birleşiminin toplumsal dönüşümün aktörleri olarak “yeni toplumsal hareketlerin” yükselişine ışık tutuyor. Tam bu noktada yükselen köylü hareketi, birleşik bir “ekolojik sınıf” hareketine dönüştürülmesinin mümkün olabileceğinin işaretlerini taşıyor.Bunun için ise içinde bulunduğumuz durumun yalnızca ekolojik değil, aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğunun farkında olunması gerekiyor. Bu yeni düzenlemeler yalnızca doğanın varlığını ve köylünün toprağını gasbetmiyor; tüm emekçilerin, hepimizin geleceğini aynı anda tehdit ediyor. Her madencilik projesi, yalnızca bir ekolojik çöküş değil aynı zamanda bir siyasal tahakküm pratiği olarak karşımıza çıkıyor. Ekolojik bir sınıf hareketini mümkün kılmazsak bir yok oluşa işaret ediyor. Gerçekten de Kaz Dağları, Akbelen, İkizdere… Bu mücadeleler sadece ağaçları değil; yaşamı, emeği, geleceği temsil ediyor…Evrensel Share on Facebook Share Share on TwitterTweet Share on Pinterest Share Send email Mail Print Print