Buradasınız
Ana Sayfa > Ekoloji > Endüstriyel Plantasyon mu, Ormanların Özelleştirilmesi mi? | Semra Purkis

Endüstriyel Plantasyon mu, Ormanların Özelleştirilmesi mi? | Semra Purkis

Gün geçmiyor ki orman kesimiyle ilgili bir haber duymayalım. Gösterilen gerekçe endüstriyel plantasyon. Sadece Muğla’da son bir kaç ay içinde Fethiye’de Koruköy ve ÜzümlüGökova’da Taşkesik ve Milas’da Beçin ormanlarının endüstriyel plantasyon için kesilme, ormancıların deyimiyle traşlama girişimleri. Bu kesimlerle ilgili bilgi almak ve durdurmak için yapılan girişimlere verilen cevaplar genellikle odun üretimi ihtiyacını karşılamak ve ormanı gençleştirmek için yapılan rutin ve teknik bir uygulama biçiminde. 

Uzmanlık alanım ormancılık değil, ancak disiplinlerarası çalışmanın önemini kavramış bir sosyal bilimci olarak, bu yazıda Türkiye’de endüstriyel plantasyon çerçevesinde konunun sosyo-ekolojik yönü ile ilgili bazı analizler yapmak istiyorum. Zaten sosyo-ekoloji kavramı bilimde doğa ve sosyal bilimler gibi kesin ayrımların anlamsızlığının açık bir ifadesi. Konuya geçmeden önce neden disiplinlerarası çalışmak gerekli sorusuna cevap bulabilmek için, kökenleri 15. yüzyıla yani Rönesans ve Reform’a kadar dayandırılabilecek olunsa da, halen akademide ve toplumda hakim bir anlayış olarak devam eden bilim anlayışına biraz değinmek gerek. Çünkü bu anlayış hem bilimsel çalışma yapanlar hem de bilimsel açıklamalardan yararlanmak isteyenler açısından oldukça sakıncalı bir durum yaratıyor. O sakınca en özlü ifadesiyle ilişkilendirememek, bir perspektif oluşturamamak, yerli yerine oturtamamak.  Bu eksikliğin en önemli nedeni ise hakim pozitivist anlayış, bilim felsefesi eğitiminin yetersizliği ve sonuç olarak aşırı uzmanlaşma.

Bugün kendi içinde de çeşitli uzmanlık alanlarına ayrılmış olan branşların, bilimlerin anası felsefeden ayrılıp dallanıp budaklanmasının tarihi aslında o kadar da uzun değil. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren farklı bilim dalları felsefeden koparak branşlaşmaya başlıyor. Kökenleri 15. yüzyıla kadar dayanan 18. yüzyılda giderek hakimiyet kazanan dönemin üst anlatısı Aydınlanmanın/modernizmin akılcı felsefesine göre bilimsel bilgiyi bilimsel olmayandan ayıran deney, gözlem ve ölçülebilirlik, yani pozitivizm. Pozitivizmin tarihi ise Newton’a, 17. yüzyılın sonuna dayanıyor. Evreni mekanik bir düzenek olarak algılayan, dolayısıyla bilimin görevinin bu düzeneğin evrensel işleyiş yasalarını bulup ortaya çıkarmak olduğunu düşünen Newton’un, akılcı bir yöntemle evrensel geçerli mutlak doğrular, yasalar arayışına girmesi kendi yaşadığı dönem için çok anlamlı ve cesaret isteyen bir iş. Dinin, toplumun evreni algılama biçimlerine hakim olduğu ve bu anlayışın uzantısı olarak insanın kul sayıldığı bir toplumsal düzende, aklın özgürleşerek evreni anlamaya girişmesi ve bunun sonucu olarak insanın birey olarak kabul edildiği bir toplumsal düzene geçişin ilk adımlarının atılması kolay değil. Newton’un 1687’de yayınlanan Philosophie Naturalis Principia Mathematica kitabının başlığı o dönemde bilimin felsefeden henüz koparılmadığının da göstergesi. Oysa 19.yy.’ın ikinci yarısından itibaren felsefeden kopan bilimler pozitivizme dayanarak sayısallaştıkları ve ölçülebilirlikleri ölçüsünde saf bir bilim olduklarını iddia etmişler ve doğayı topluma dışsal bir olgu olarak ele almışlardır. İşin daha da ilginç yanı, Newton’un evreni mekanik bir düzenek olarak gören anlayışının toplumbilimlere de hakim olmasıdır. Felsefeden kopup kendi başına bilim olmaya aday toplum bilimleri de toplumu belli yasalarla işleyen düzenekler olarak ele alıp, bu yasaları bazı sayısal yöntemler, modellemelerle ortaya çıkarmayı kendilerine görev bilmişlerdir. Doğanın topluma dışsal kabul edilişi, bilimlerin de doğal ve toplumsal olarak ayrılmasına öncülük ederek doğal bilimlerin felsefi/toplumsal kökenlerinden boşanmasına neden olmuştur.

Bu ayrımın iyi anlaşılması bilim nedir? Bilgiyi bilimsel yapan nedir? Bilimin derdi nedir? Kesin ve evrensel doğrular var mı? Gerçeklik göreli mi? Yoksa göreli olan bizim onu açıklamak için kullandığımız teoriler mi? ya da göreli olan hem gerçeklik hem de onu açıklamaya çalıştığımız teoriler mi? Doğru ve gerçeklik aynı şey midir? Akıl ile gerçeklik, teori ile pratik tam olarak örtüşebilir mi ya da ne ölçüde örtüşür? Öz ve görünüş, özne ile nesne, bütün ve parça ayrımları yerine bunların karşılıklı ilişkilerinden, bağlarından bahsetmek daha anlamlı değil midir? Bilim tarafsız mıdır? Objektiflikle tarafsızlık aynı şey midir? Bilimin ideolojiye uzaklığı ne kadardır? gibi soruların cevaplarının aranması gerekir ki, bu yazının amacını aşar. Ancak bu kısa yazı çerçevesinde varılmak istenilen sonuç felsefi kökenlerinden koparılmış, saf bir bilim arayışının anlamsız olduğu; sosyo-ekolojik bağlamından kopuk saf, nötr ve tarafsız bir bilimin olmadığıdır. O nedenledir ki, akademiada doktora almış biri, felsefe doktoru olmuş kabul edilir. Buna karşın, aynı akademiada halen hakim olan pozitivist anlayış çerçevesinde hem toplum hem doğa bilimlerinde felsefe büyük ölçüde ihmal edilmektedir. Son yıllarda bilimde yöntem tartışmaları çerçevesinde bölünmezi bölen, parçalayan, atomize ederek bağlamından koparan, donduran ve birbirleriyle ilişkili olguları ya biri ya öteki şeklinde biçimsel ve bağlantısız ikilikler olarak kavrayan ve kavratan pozitivizme karşı, ikilikleri aşan bir perspektif yeniden önem kazanmaya başlamıştır: İlişkisel/diyalektik yaklaşım.

Bu anlayış ne bütüne ne de parçaya ihanet eder. Dolayısıyla disiplinlerarası bir çabayı gerektirir. Buradan çıkarak hiçbir bilim dalının, kendi konusunun sosyo-ekolojik bağlamdan ayrı olduğunu iddia etme lüksü olmadığını söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla, toplum ve doğa ayrımı anlamsızdır; çünkü toplum doğanın doğa da toplumun bir parçasıdır. Ağaçla ormanın ilişkisi gibi. Tek tek ağaçların orman ekosistemini oluşturmadığının; ormanın tek tek ağaçların toplamından daha fazla bir şey olduğunun kavrandığı kadar, o tek tek ağaçların ormandaki diğer bütün organik ve inorganik varlık ve süreçlerle karmaşık ve sürekli değişen ilişkileri sonucu hep birlikte ormana nasıl bir nitelik verdiğinin kavranması gibi.  Pozitivist yöntem bu ilişkiselliği görmediği ya da gözlerden uzak tutmaya çalıştığı gibi, görerek bilim yapanları “nesnel” olmamakla suçlar. Örneğin, bir kuş bilimci bazı kuş türlerinin nesillerinin tükenmesini sadece iklim değişikliğine ya da o kuş türünün bulunduğu besin zincirindeki kopukluklara bağlayarak açıklayamaz. O kuş türlerinin tükenmesine ve yaşam zincirinin kopmasına neden olan iklim krizinin arkasındaki ekonomik yatırımların yada aktivitelerin gerçekten ihtiyaca ya da sermayenin mi yoksa ekolojinin mi ihtiyacına karşılık gelip gelmediğini de sorgulamak zorundadır. Ormanlar kesilerek yerine rüzgar enerjisi santralleri kurulduğunda bunu “temiz” enerji üretimi olarak alkışlayamayacağı gibi. Bir iktisatçı da doğadaki bütün varlıklara ve süreçlere fiyat biçilmesinin nasıl bir çevre koruma anlayışı olduğunu; yaşama parasal değer biçmenin gayri ahlakiliğini; Aydınlanmacı/pozitivist anlayışın bir ürünü olan sürekli büyümeci/ilerlemeci anlayışın gezegendeki canlı yaşama getirdiği baskıyı ve tehlikeyi de sorgulamalıdır.

Hakim pozitivist yaklaşımın bir ürünü olan, son yıllarda Dünyada yeşil ekonomi adı altında çok farklı çevrelerden yaygın olarak dolaşıma sokulan çevre koruma anlayışı kirleten öder mottosuyla ifade edilmektedir. İlk bakışta düz mantığa hitap eden bu yaklaşımın sığlığı yakından bakıldığında açığa çıkar. Çünkü kirleten ödediğinde kirlilik sorunu, yani ekolojiye yapılan tahribat ortadan kalkmaz, hatta nasıl olsa ödüyorum mantığıyla daha da çok “kirletilebilir”. Bir de sınıfsal yanıyla bakıldığında bu yaklaşımın ödeyebilene “kirletme hakkı” verdiği açıktır. Bu anlayışın hayata geçirilebilmesi doğanın birbirleriyle karmaşık ilişkileri bulunan, dolayısıyla da birbirlerinden koparılamaz farklı boyut ve süreçlerinin birbirlerinden ve toplumsal ilişki ve anlamlarından oluşan bütünlüğünden soyutlanarak standart birimlere ayrılıp fiyatlanmasına  bağlıdır. Böylece ekonomik akıl ekolojiye hakim kılınır. Ardında neo klasik iktisatın en aşırı biçimi olmakla birlikte sanki ona karşı bir anlayışmış gibi 1970’lerden itibaren parlatılan Yeni Kurumcu Ekonomi (YKE) yaklaşımı vardır. YKE’ye göre neo klasik iktisat dışsallıkları ve işlem maliyetlerini fiyat mekanizmasına içermemiştir. Bu durumda fiyat mekanizmasının etkinliğinin ve optimal kaynak dağılımının sağlanması mümkün olmamakta, tam rekabet koşullarından sapmalar ortaya çıkmaktadır. Piyasa aksaklıklarının ortadan kaldırılması ve piyasaya devlet müdahelesinin önlenmesi için dışsallıkların ve işlem maliyetlerinin içselleştirilmesi, yani fiyat mekanizmasına içerilmesi ve mülkiyet haklarının tanımlanması ve garanti edilmesi gerekmektedir. Burada özellikle kullanım hakkının tek bir kişiye ait olmadığı kamusal mallarda bu düzenlemeler elzem görülmektedir. Mülkiyet haklarının tam olarak belirli olmadığı bu durumda dışsal fayda ve maliyetlerin içselleştirilmesi bu anlayışa göre olanaklı değildir.

Çevre iktisadı yaygın olarak bu anlayışa dayalıdır. İnsanı evrenin merkezine koyan bir yaklaşımla ormanın, suyun, meranın, denizin, havanın mülkiyet hakları belirlenerek fiyatlandırılacak “eko-hizmetler” olarak görülmesi  bundandır. Örneğin 2011 yılında ekosistem hizmetlerinin ve biyoçeşitliliğin değerinin yılda 124,8 trilyon Amerikan doları olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktar dünya ekosisteminin, kendi deyimleriyle “doğal sermayenin” yıllık değişim değeridir ve 75,2 trilyon dolar olan aynı yılın Dünya Gayrı Safi Yurtiçi Hasılasının iki katına yakındır. (1). Böylece Doğanın korunması  piyasanın akıl sır ermez mantığına, “görünmez el”ine tabi kılınır. Bütün bu ifadeler aynı zamanda doğa koruma meselesini, piyasanın mükemmel işleyişini sağlayacak bir kaç “idari-teknik” dokunuşla halledilecek bir konuma indirger. Aynı anlayışın idari düzeyde uzantısı olarak yeni kamu işletmeciliği mantığıyla devletten, daha önce kamu yararı adı altında kârlılık gözetmeden verdiği kamu hizmetlerini etkinlik, verimlilik, kârlılık, performans, rekabet, kirleten öder gibi piyasa mantığına uygun kriterlere göre vermesi beklenmektedir. Bunun adı yönetişim modelidir. Yönetişim modelinde devletten piyasa mantığı çerçevesinde  davranması beklenmektedir. Kamu-özel işbirliği uygulamaları bu mantığa yaslanmaktadır. Tüm dünyadaki uygulamalara yakından bakıldığında hava, su, orman, deniz, kıyılar gibi doğal müştereklerin fiyatlanarak, üzerlerinde mülkiyet haklarının tanımlandığına, dolayısıyla  sermayeye yeni değerlenme alanlarının açıldığına  tanık oluyoruz. Havanın karbon piyasası üzerinden belli ülke ve bu ülkeler kaynaklı şirketlere verilen “kirletme hakları” yoluyla özelleştirildiğini önceki yazımda anlatmış, karbon piyasasının dünyada en fazla REDD projeleri yani endüstriyel plantasyon uygulamaları yoluyla işletilmesine örnekler vermiştim. O yazının amacı Türkiye’de yeni yeni hızlanan bir uygulamanın ortaya çıkarabileceği sosyo-ekolojik sonuçları, yaşanmış örnekler üzerinden gözler önüne sermekti. Şimdi Türkiye’de endüstriyel plantasyon uygulamalarından biraz bahsedelim.

Türkiye’de Endüstriyel Plantasyon

Gün geçmiyor ki orman kesimiyle ilgili bir haber duymayalım. Gösterilen gerekçe endüstriyel plantasyon. Sadece Muğla’da son bir kaç ay içinde Fethiye’de Koruköy ve Üzümlü, Gökova’da taşkesik, ve Milas’da Beçin ormanlarının endüstriyel plantasyon için kesilme, ormancıların deyimiyle traşlanma girişimleri. Bu kesimlerle ilgili bilgi almak ve durdurmak için yapılan girişimlere verilen cevaplar genellikle odun üretimi ihtiyacını karşılamak ve ormanı gençleştirmek için yapılan rutin ve teknik bir uygulama biçimindedir. Bu yanıt yukarıda bahsettiğimiz pozitivist-sürekli büyümeci anlayışın üniversitelerdeki diğer bütün bölümler gibi ormancılık eğitiminde de baskın olmasının bir sonucudur. Endüstriyel plantasyon ya da ağaç tarımı (adından da anlaşılacağı gbi tarım, ormancılık değil!) doğal ormanların dışında uygun yerlerde ve uygun tekniklerle yapıldığında odun ihtiyacını ve sanayinin odun hammaddesi talebini karşılamak için gerekli görülse de, önceki yıllarla karşılaştırıldığında endüstriyel plantasyon adı altında yapılan kesimlerin hızlandığı ve genellikle orman içlerinde boşluklu alanlarda ya da doğal ormanlar kesilerek yapıldığı görülmektedir.

Endüstriyel ağaçlandırma eylem planının uygulamaya konulduğu 2013 yılından itibaren her yıl ortalama 5.000-6.000 ha program gerçekleşmesi olmuştur. 2019 yılında program 13.000 ha’a çıkartılmıştır (2). Bu uygulamanın önünü daha da açacak ve özel şirketlerce yapılan bir işkolu haline getirecek hukuki düzenlemelerin hızla yapıldığına tanık olunmaktadır. Buna neden olarak nüfus artışı, toplam endüstriyel odun arz açığı, sanayinin artan odun talebi, Eski Sovyetlerden yapılan uygun fiyatlı odun ithalatının azalması (Sibirya’daki doğal ormanların ekonomik değer yaratma uğruna hızla kesilmesinin sonuçları bugün ortada), Türk Lirasının değer kaybı dolayısı ile ithalatın pahalanması gösterilmektedir. Oysa konunun uzmanları Türkiye’nin odun ihtiyacının yurtiçinden hali hazırda karşılanabilir düzeyde olduğunu ya da çok az ithalat gerektirdiğini belirtmektedirler (3). OGM’nin stratejik planlarına yansıyan bazı ifadelere bakıldığında asıl amacın yurtiçi ihtiyacın karşılanmasından öte ihracat olduğu görülmektedir. 

Orman Genel Müdürlüğü (OGM) 2013-2023 endüstriyel ağaçlandırma çalışmaları eylem planında endüstriyel plantasyon şöyle tarif edilmektedir: “Sürekli gelişen ve çeşitlenen sanayinin ve toplumun taleplerine cevap verebilmeyi öngören; yatırımın temel gayesi odun hammaddesi üretimi olmak kaydı ile, makinalı çalışmaya uygun büyüklükteki geniş ve yüksek verim potansiyeline sahip sahalarda tesis ve bakım çalışmalarında yoğun mekanizasyonun uygulanacağı, Türkiye şartlarında kısa sürede yüksek verim gücüne sahip, hızlı gelişen türlerin ıslah edilmiş orijinleri / klonları / melezler kullanılarak tesis edilen ve kısa idare süreleri ile işletilen, yıllık odun hammaddesi artımının en az 10 m3/ha olduğu ağaçlandırmalardır.” (4).

Türkiye’de orman ve maki ekosistemlerinin mülkiyeti devlete aittir ve ormanlar yüzölçümün yüzde 27,6’sını oluşturmaktadır. Ülke ormanlarının yaklaşık %43’ü bozuk niteliktedir. ormanlarımızın yaklaşık 13 milyon hektarının normal kapalı orman alanı olduğu, 9.6 milyon hektarının ise boşluklu kapalı orman alanı olduğu görülmektedir (5). Ormanlar her dönemde populist politikalara konu olmuşsa da özellikle 1980 sonrası dönemde çıkarılan yasalar (turizmi teşvik yasası, 2B yasası, Bütünşehir yasası, SİT tanımlarının değiştirilmesi) ve orman kanununda yapılan değişikliklerle turizm, enerji, maden, kentsel yerleşim ve sanayi yatırımlarına açılmış, bu eğilim 2000’li yıllardan sonra hızlanmıştır. 6831 sayılı Orman kanununun 16, 17 ve 18. maddeleriyle “kamu yararı” ve “zaruret” halinde orman alanlarında yerli ve yabancı sermayeye maden arama, işletme ve altyapı tesisleri, turizm yatırımları, balık üretim tesisleri, odunkömürü ocakları, define arama, arkeolojik kazı ve restorasyon yapılması, yol, liman, havaalanı, enerji santrali, tünel, hastane, eğitim kurumları, spor tesisleri, yeraltı depolama alanları,  vb. yapma olanağı getirilmiştir. Kamu-özel sektör işbirliği anlayışıyla yapılan hukuki düzenlemelerle ormanlık alanlarda yapılan bu tür yatırımlara talep edildiğinde 99 yıla kadar uzatılabilecek şekilde 49 yıl gibi uzun sürelere varan izinler verilmiş, ormanları bir şirketmiş gibi gören orman işletmeciliği anlayışı yerleşmiştir.  

Dünyada ve Türkiye’de yerleşen bu yeni yaklaşım, ormanların koruma kullanma dengesi içinde yönetilmesi, geliştirilmesi ve devamının sağlanmasını esas almaktadır. Ancak bu koruma-kullanma dengesi uygulamada kullanma ağırlıklı olmuştur. Ormanlık alanlarda verilen izinlerin yarısından fazlası enerji ve maden yatırımlarına ait. Bu tür yatırımlar kamu yararı, üstün kamu yararı gibi gerekçelerle yapılmaktadır. Son dönemde ise ormanlık alanların özelleştirilmesi yolunda adımlar hızlanmış ve Hazine arazilerinin ve orman ve makiliklerin vakıf, dernek, özel ve tüzel kişilerce ve özel ağaçlandırma (ceviz, kestane, badem, fıstık, zeytin, tıbbi ve aromatik bitki, meyve ağaçları vb.)ve endüstriyel plantasyon uygulamalarına açılması için yasalarda yeni düzenlemeler yapılmış ve yapılmaktadır. Bu düzenlemelere dayanılarak mülkiyeti kamuya ait alanlarda uzun yıllar için verilen izinlerle yapılan uygulamalar, doğal ormanların hızla yok edilmesine ve makilikler gibi ekolojik değeri yeni anlaşılmaya başlanan zengin eko sistemlerin yok edilerek yerine ekonomik kazanç getiren ve hızlı yetişen türlerin ekilmesiyle biyoçeşitliliğin yok edilmesine, toprağın erozyona açık hale gelmesine yol açmaktadır. Özellikle endüstriyel plantasyon durumunda tanımda da açıkça belirtildiği gibi yoğun mekanizasyon kullanımı, hızlı yetişen türlerin ticari amaçlı ekimi, doğal ekosistemi bozarak monokültüre yol açmakta, toprağın verimliliğini düşürmekte, doğa tektipleştirilmektedir. Oysa ormanlar karasal türlerin yüzde 80’ini barındıran en zengin biyoçeşitliliğe sahip ekosistemlerdir. Yasalarda sık sık yapılan yeni düzenlemeler sonrası yapılan başvuruların ve verilen tahsislerin yüzde 95’inin arazi rantının yüksek olduğu Antalya, Muğla, İzmir, Aydın, Balıkesir, İstanbul ve Mersin gibi turistik ve kıyı kentlerine ait olması uygulamaların gerçek niteliği konusunda ayrıca şüpheler uyandırmaktadır (6).

2018 yılında 6831 sayılı Orman Kanununa eklenen maddelerle Orman Genel Müdürlüğü daha önce yaptığı gibi ormanları gençleştirmek ya da seyreltmek amacıyla orman ağaçlarını kendisi kesip, işleyip satmak yerine, kesme ve satma işini ihaleyle en çok parayı veren şirket ve holdinglere 5 yıllığına tahsis edebiliyor. Aynı firma isterse tahsis süresini uzatabiliyor ya da başka bir bölgeyi de daha verimli görmesi gibi bir durumda orayı da beş yıl süresince kesme ve satma hakkı bulunuyor (7). OGM’nin 2019-2023 Stratejik Planına göre plan dönemi içinde endüstriyel ağaçlandırmaya uygunluğu tespit edilen toplam 330.000 hektarlık potansiyel alanda uygulama oranı % 9’dan % 100’e çıkarılacaktır. Bu süre içinde  yıllık etanın (bir yıl içinde kesilecek olan ve hacim olarak belirtilen hasılat miktarı) 30 milyon m3, 2020 yılı içinse 50 milyon m3 olarak planlanması birleştirildiğinde endüstriyel plantasyon uygulamalarının stratejik planlarda belirtildiği gibi doğal ormanlar üzerinde odun üretimi baskısını azaltmak ve ormanları gençleştirmek amacı ile yapılan rutin bir işlemden çok, bugün sermaye birikiminin en çok doğanın kar amacıyla yeniden üretimine dayandığı tezine uygun olarak sermayeye yeni ve karlı yatırım alanları açıldığını ve ormanların fiilen özelleştirildiğini söylemek daha doğru olur. 2019 yılında 304 sayılı tebliğle endüstriyel plantasyona uygun alanların eğiminin yüzde 30’dan yüzde 50’ye çıkarılması da öncesine göre çok daha geniş doğal ormanlık alanı endüstriyel plantasyon uygulamalarına açık hale getirmektedir.  

Orman Genel Müdürlüğü tarafından Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile iş birliği içinde yürütülen ve Doğa Koruma Derneğince yayınlanan “Akdeniz Entegre Orman Yönetimi Projesi” çerçevesinde hazırlanan Orman ve Biyolojik Çeşitlilik adlı kitapta Kurdoğlu ve Zeydanlı (2020) (8).

 “Yanlış ve eksik bilgilere dayanarak doğal yaşlı ormanları birçok sorunun kaynağı olarak gördük ve bu alanlar için temel yönetim hedefimiz gençleştirme oldu. Ancak bugün modern ormancılık uygulamalarında doğal yaşlı ormanlar paha biçilmez hazineler olarak karşımıza çıkmaktadır…. Bu yanlış uygulamalar sonucu doğal yaşlı ormanların kapladığı alanlar her geçen gün azalmakta ve yapıları bozulmaktadır….doğal yaşlı ormanları korumak için bakım, gençleştirme, boşaltma vb. rutin ormancılık etkinliklerinin dışında tutma gibi teknik önlemler alınmalıdır” demektedirler. Buna karşın ülkemizde uygulanmakta olan ormancılık teknikleri gereği doğal yaşlı ormanların kesilerek gençleştirilmesi yoluna gidilmektedir.

Türkiye’de doğal ormanların hızla tahrip olmasında artan bölgelerarası eşitsizliğin Batı illerine göçü arttırmasıyla hızlanan kentleşme, inşaat sektörünün özellikle 2000’li yılların başlarından beri karlı bir yatırım alanı olarak görülmesiyle inşaat odaklı büyüme stratejisi sonucu yapılan siteler, sanayi bölgeleri, köprüler, yol yapımı, kıyılarda ve orman içlerinde inşa edilen oteller, marinalar, havaalanları, en zengin doğal ormanların  bulunduğu Doğu Karadeniz’de yeşil yol projesi, rüzgar ve güneş enerji santrallerinin orman içlerine yapılması, yeni termik santraller ve ormanlık alanlarda maden arama ve çıkarma izinlerinin hızlı artışı büyük rol oynamaktadır. Sadece orman yasasında değil, diğer yasalarda yapılan tamamlayıcı düzenlemelerle bu yatırımlar kolaylaştırılmakla kalmamakta, çoğu stratejik yatırım kapsamına alınarak çok çeşitli teşviklere konu olmaktadır.

Orman alanlarının kamu bütçesinden sağlanan teşviklerle özel şirket yatırımlarına uzun sürelerle tahsis edilmesinin verdiği sosyo ekolojik olumsuzluklardan bir diğeri de ortak zenginliklerin genel olarak kamuya kapatılması kadar, orman ürünlerinden geçimini sağlayan orman köylülerinin geçim araçlarını yitirerek yoksullaşmasına, kendi yaşam alanları üzerinde işçileştirilmelerine yol açmasıdır. Türkiye’de yukarıda bahsedilen politikalardan etkilenen yada etkilenecek olan 22 bin 948 orman köyünde 7 milyon orman köylüsü vardır (9). World Research Institute’e göre Dünya orman örtüsünün yüzde 30’u kaybolmuş, yüzde 20’si ise bozulmuştur. Tropikal orman kaybı özellikle 2008’den beri hızlanmıştır. Bu durumdan en çok yerli halklar olmak üzere Dünyada 1 milyardan fazla ormandan geçinen insan zarar görmektedir (10).

Ağaçlandırma orman demek değildir. Doğal yaşlı ormanların korunması karbon tutumu ile atmosferin korunması, toprak koruma, su rejimini düzenleme, sel ve çığlardan koruma, mikro iklim oluşturma fonksiyonlarının yanısıra genlerin, türlerin, ekolojik süreçlerin ve ekosistemlerin korunması anlamına gelir. Oysa endüstriyel plantasyon bütün bu açılardan doğal ormanlara göre daha zayıftır. Ormanların ağaçlandırılarak değil, kendi doğal sürecinde kendini yenilemesi önemlidir. Orman ekosistemi toprak, hava, su, çalı, farklı türlerde hayvanlar, mantar, bitki, yosun vs. yüzlerce yılda oluşmaktadır. Oysa endüstriyel plantasyon üzerinde kuşların bile yaşamasına izin vermeyen bir monokültürdür. Dünya ekonomisinde kriz derinleştikçe doğanın farklı boyutlarının yatırımlara dönüştürülerek sermayeleştirilmesi hızlanmaktadır. Öyle ki, yağmur ormanlarında ormansızlaşma hızı covid19 sonrası yüzde 150 artmıştır (11). İklim krizi ile ilgili göstergelerdeki hızlı bozulmalara karşın bu eğilimin sürmesi umarım Kierkegaard’ın şu öngörüsü gerçekleşmez:

“Birgün bir tiyatro’nun arkasında yangın çıktı. Palyaço gelip izleyicileri uyardı. İzleyiciler bunun bir şaka olduğunu düşünüp alkış tutu. Palyaço söylediklerini tekrarlayınca alkışlar arttı. Bana sorarsanız dünya böyle sona erecek. Herşeyin bir şakadan ibaret olduğunu sanan o cin fikirli tiplerin tezahüratları eşliğinde …” (Ya/Ya Da, 1843) (12).


Kaynaklar:

(1) Constanza vd. (2014). Changes in the global value of ecosystem services, Global Environmental Change (26). https://community-wealth.org/sites/clone.community-wealth.org/files/downloads/article-costanza-et-al.pdf
(2) Boydak, M. vd. (2019) Orman Genel Müdürlüğünce Uygulanmakta Olan “Endüstriyel Ağaçlandırma Çalışmaları Eylem Planı” üzerine değerlendirmeler ve öneriler.
file:///C:/Users/ASUS/Desktop/orman/Endüstriyel%20Orman%20Ağaçlandırması%20Raporu%2004.07.2019.pdf
(3) Usta, S. (2020). Türkiye Ormanlarında Yeni Sermaye Pençesi: Endüstriyel Plantasyon. https://www.youtube.com/watch?v=ZbMfbFvMWuw
Çağlar,Y. (2019) Ormanlarımız ve Ormancılığımız Üzerine “Sessiz” Tartışmalar… , Orman ve Maki Ekosistemlerimiz “Ağaç Tarlalarına” mı Dönüştürülecek? https://www.hidropolitikakademi.org/uploads/wp/2019/01/Ormanlar-ve-ormanc%C4%B1l%C4%B1k-%C3%BCzerine-sessiz-tart%C4%B1%C5%9Fmalar-43.pdf
(4) OGM ve Batı Akdeniz Ormancılık Araştırma Enstitüsü, 2017 Yılı Çalışma Raporu https://baoram.ogm.gov.tr/SiteAssets/Lists/Duyurular/NewForm/G%C3%BCndem%20ve%20Rapor%20Program.pdf
(5) OGM (2019). 2018 Yılı Faaliyet Raporu
(6) https://gazeteciyazaryusufyavuzblog.wordpress.com/2020/06/19/deniz-manzarali-orman-yagmasina-21-bin-basvuru/?fbclid=IwAR2Zs2ShsuVDKYrdHfawXhvKQEnWWkjv2DIrpY8dpzh5QMPo4lhglTiDWmc
(7) http://ekolojist.net/ormanlar-bes-yilligina-sirketlere-kiralanacak/
(8) Kurdoğlu, O. ve Zeydanlı, U. (2020). “En Bilge Ormanlar: Doğal Yaşlı Ormanlar”, Orman ve Biyolojik Çeşitlilik. Doğa Koruma Merkezi, Ankara.
(9) https://www.tarimorman.gov.tr/Haber/4360/Orman-Koylusu-Unutulmadi
(10) https://www.wri.org/our-work/topics/forests.
(11) https://www.dw.com/en/wwf-rainforest-deforestation-more-than-doubled-under-cover-of-coronavirus/a-53526064
(12) Ferguson, R. (2017). Kierkegaard’dan Hayat Dersleri. Çev. Elif Ersavcı, Sel yayınları: İstanbul.

Semra Purkis
Ekoloji Birliği bileşenlerinden Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Bilim Komisyonu Sözcüsü.
https://ekolojibirligi.org/

Endüstriyel Plantasyon mu, Ormanların Özelleştirilmesi mi? | Semra Purkis” hakkında bir düşünce

  1. bilimsel anlaşılır bir dille özenle hazırlanmış. tesekkurler…
    çözüm için aşağıdan yukarıya kontrol, yukardan aşağıya disiplinler mantığı ile. 1 her doğan çocuk nüfus kaydına ek bir agac. 2 hane başı üç ağaç zorunluluğu 3. emlak vergisi ağaç teşviği. 4 ilk orta lise okullarına zorunlu ağaç dikimi.5

Zühal Sözleri için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Top